Konumuzu ilgilendiren tekkelerin tarihleri çok eskilere gitmesine karşın biz çıkış noktalarına uzanmadan gelenek ve göreneklerimize göre biçimlenmiş ve uygulama açısından yer edinmiş olanları Anadolu sürecinden irdelemeğe başlayacağız. Anadolu topraklarında 13. yy başlarında kurulmaya ve kurumsallaşmağa başlamış olan tekke ve ocak sistemi 1925 yılına kadar işlevini sürdürmüştür Osmanlı dönemlerinde zaman zaman baskıyla kapatılmasına karşın yine de kısa sürede aynı yerlerinde açılmıştır. Ancak tekkelerin dışında köylerde ocakzâde dedelerin yürüttükleri Alevi ocakları tarihin hiç bir döneminde kapatılmamıştır. Ocaklar resmiyetten uzak, önemli yapılanması bulunmayan özgür iradeyle yürütülen kurumlardır.
Alevi-Bektaşi ocaklarını ve tekkelerini anlatırken iki aşamalı değerlendirmek gerekir. Birinci aşaması 13. yy’dan yani kurumlaşmasından 16. yy'a kadar yanı Yavuz Sultan Selim dönemine kadar olan süreyi kapsayan özgür düşünce, özgür ortam, özgür örgütlenmenin yapıldığı bağımsız dönem. Bu dönem, Anadolu nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Alevi zümrelerinin bu örgütlenme içerisinde bulundukları bir ortamdır. Türk kültürünün en verimli dönemini içerir. Bu süreçler aynı zamanda Osmanlı döneminde yaşanmış dinsel hoşgörünün dorukta olduğu dönemlerdir. Tekke ve ocaklar Osmanlı devletinin kuruluş süreçlerinde gerek yönetimsel, gerek askeri, gerek eğitim, gerek sağlık alanlarında büyük katkılar sağlamışlar. Osmanlı beyliğinin önce devlet, sonra imparatorluk süreçlerini oluşturmuşlardır. Savaşlardan önce hoşgörünün öncüleri olan Kızıl Deliler vb. fikirleriyle o yerleri fethetmiştir.
İkinci döneme gelindiğinde öncelikle hoşgörünün ortadan kalktığı, ülkeye halk İslamı yerine şeri kurallara sıkı sıkıya bağlı bir uygulamanın halifelikle birlikte Anadolu’ya girdiğini görüyoruz. Halifelik makamını da üstüne alan Yavuz Selim, kimi kaynaklara göre kırkbin, kimi kaynaklara göre de doksanbin Aleviyi katlettirmiştir. Bütün Bektaşi tekkelerinin kendi denetiminde yürütülmesi ve şeri kurallara göre biçimlenmesi için baskı ve şiddet uygulamıştır. Ardından Kanuni, Sarı Selim daha sert tedbirleri almıştır. Bu konuda verilmiş padişah fermanları yayımlandı. Merkezi hükümete uymayan Alevi köylüleri yerlerinden sürüldü, direnenler sürüldü, uyum gösteren Alevi köylerine ise cami yapılması, şeri kurallara göre hareket etmeleri koşuluyla dokunulmadı. Bu baskı 2. Mahmud döneminde büyük sürgün ve katilamla noktalandı.
Türklerin Anadolu tarihiyle yaşdaş olan Bektaşi-Alevi kurumlarının Türk kültür tarihinin önemli bir öğesi olduğunu kabul etmekteyiz. Aynı zamanda tekkelerin Arap, Fars kültürü karşısında Türk kültürünün bir zaferi olduğunu algılamaktayız
Ancak şunu da net olarak söylemekteyiz ki, bu konuya ülkemiz tarihçileri, araştırmacıları ve devlet kurumları yeteri kadar eğilmediler ya da bu kurumların işlevlerini görmezlikten gelmekteler.
Tarih ve araştırma alanında Alevi-Bektaşi tekkeleriyle ilgili aydınlatıcı bulgular ve bilgiler ortaya konulmamış, konulan da konunun gerçeğini anlatmaktan son derece uzaktır. Şunu da kesinlikle söylememiz gerekir ki, Ziya Gökalp’dan başlayıp Fuad Köprülü'ye devam eden halk kültürü araştırmaları içerisinde gerek Köprülü’nün gerekse günümüz araştırmacılarından Ahmet Yaşar Ocak’ın çalışmaları göz ardı edilemez. Onların çalışmalarında konumuzla ilgili ipuçları bulmak kolaydır. Ancak biz bu iki bilim adamının zor koşullarda ortaya koyduğu bulgulan da tam olarak görmüyoruz. Çünkü onların çalışmalarının satır aralarında tekkelerle ilgili bilgiler vardır, ancak arkası getirilmemiştir; ancak Fuad Köprülü'nün, Abdülbâki Gölpınarlı'nın, Ahmet Yaşar Ocak’ın bilimsel duyarlılıktan ve yol göstericilikten dolayı iyi bir hizmet yaptıkları gerçektir.
Tarihi süreçle uzun bir zaman diline yayılan tekke ve ocaklarının yarattıkları değerler, günümüz yaşamının her alanında vardır. Ancak onların yaratımını gerçekleştiren tekke ve ocaklara ait bilgi, belge gün yüzüne çıkartılmış değildir. Osmanlı yönetimi tarafından yok edilenleri bir yana bırakırsak arşivlerdeki belgelerin çıkarılmasında, ilgililerin bilgilerine sunulmasında sonsuz yarar vardır. Ayrıca yüzyıllardır baskı altında tutulan gizliliğe alıştırılan bir toplumun önderleri olan dedelerimizin sandıklarda sakladıkları secere ve el yazması kitaplar saklandıkları yerden çıkartılmayı beklemektedir.
Tekkelerle ilgili iki önemli kaynak düşünebiliriz. Birincisi 13. yy’da kurulan, halen ayakta duran tekke binaları ve bazılarının da kalıntıları, döneminin tanıklarıdır. İkincisi ise kültür değerleridir. Bunların başında Yunus’dan Veysel’e uzanan halk ozanları zincirinin ortaya koyduğu değerler yer almaktadır. Bunların dışında Anadolu insanı arasında yaşayan sözlü gelenek vardır. Nesil değiştikçe bu değerler de kaybolmaya yüz tutmuştur. Bu geleneğin derlenmesi kültürümüz açısından büyük bir kazanç olacaktır.
Anadolu’da kurulmuş bulunan tekke, zaviye, asitane Horasan okulları geleneğinden aktarmadır. Anadolu’ya gelen Aleviliğin çeşitli zümrelerine mensup sufiler, bu geleneği Anadolu’da daha da kuvvetlendirdiler, geliştirdiler.
Anadolu’da kurulmuş ilk tekkenin, yeri ve belgesi bulunmamasına karşın Dede Kargın tarafından kurulduğu sanılıyor. Çünkü o aynı zamanda Anadolu Aleviliğinin temel aşı olan Baba İlyas’ın da piridir. Ancak yine de Baba İlyas’ın Amasya Çit Köyü'nde bulunan zaviyesini de ilk olarak kabul etmek durumundayız. Horasanlı Baba İlyas'ın Selçuklu yönetimi tarafından idam edilmesi, tekkelerin çoğalıp gelişmesini önleyememiş, aksine arkadan gelen yönetimlerin de desteğiyle çoğalarak artmıştır. Horasan'dan gelen Alevi zümrelerinden Vefailik, Yesevilik, Haydarilik, Kalenderilikten başka Anadolu’da kurulan Alevi, Bektaşiliğin de aynı dayanışma ve yardımlaşmayla bir çok kurumu birlikte kurdukları, birlikte hareket ettikleri bilinmektedir. Bu tarikatların hepsi zaman içerisinde Bektaşilik tarikatıyla birleştiği görülecektir.
13. yy. Türk kültürü açısından bir başlangıç ve önem-yer almaktadır, Çünkü bu dönem kıtlıkların, savaşların, kargaşanın yaşandığı bir dönem olmasına karşın Türk kültürünün de kendisine gelme, Arap-Fars etkisinden kurtulma dönemidir. Sünni devlet ideolojisini yürütme uğruna Selçuklu yönetimi bütün kültür kurumlarını Farslara terk etmiştir. O nedenle de görkemli yapılarıyla Anadolu’nun büyük illerine kurulan medreselerin Türk dil ve kültürüyle fazla ilgisi yoktur. Medresetü’l Ehliyye adıyla kurulan kurumların amacı şöyle açıklamaktadır. “Bunlar bu devirde yaygın olan Şiilik cereyanına karşı Sünniliği müdafaa ve temin için kurulmuş müesseselerdi.”
Bu anlayışla kurulan medreseler halka hiç bir fayda sağlamayacaktı. Devlet içerisinde ayırımcılığa, iki yönlü düşünce üretmeğe hizmet edecekti. Horasan Melamiliğine dayalı bir okul sisteminin Anadolu’da kurulması kurumlaşması da kaçınılmaz olacaktı.
Bununla birlikte tekkeler neler yapıyordu, eğitim dışındaki başka işlevleri var mıydı?
Hızla kurulup, kurumsallaşan tekkelerin amacı, öncelikle devlet tarafından dışlanmış, hor görülmüş, kendi dil ve kültürlerine yabancılaştırılmış kitleleri, tekke kültürü çevresinde toplamak, onların çeşitli sorunlarına el atmak olacaktı. Eğitimde dil konusuna öncelik tanınıyordu. Ayrıca inanç ve sosyal yaşamda, belirli kuralları kolaylaştırıcı sistemler içerisinde insana özgü kılmak, onların kabullenebileceği alanlarda eğitim vermek amacı da güdülüyordu. Bu nedenle de gönlünü açık tutmak, yetmişiki millete aynı gözle bakmak, kimseye karşı kin ve kibir tutmamak, sevgi ve hoşgörüyü yaymak, tekkelerin ana ilkelerini içermektedir. Tekkelere gelen konukların dini ve milliyeti sorulmaksızın onlara eşit biçimde davranılması, bunun herkes tarafından bilinmesi, yapılması önemliydi.
Eğitim bakımından tekkelerin işlevleri daha da büyüktü. Bunu çok yönlü değerlendirmiştir tekke yöneticileri. Güzel sanatlar teşvik edilip, ödüllendirilmiş, şiir ve halk edebiyatı vazgeçilmez koşul olmuştur. Sazlı, sözlü deyiş ve semahlar, tevhit ve dualar, tekkelerin güzellikleriydi. Bütün bunlar inanç çerçevesinde verilmişti. Cemlerde bir bütünlük olarak sergilenmektedir. Her şey Türk dilinde yapıldığı için Türkçenin yayılıp yaşatılması, bugünlere duru olarak getirilmesi de bu sistemin oluşundandır. Tekke döneminin ilk dilcileri ve Türk kültürünün öncüleri olarak bilinen Yunus Emre, Âşık Ali Paşa, Kaygusuz Abdal, Abdal Musa 13.-14. yüzyıldaki tekke kültürünün öncüleridir.
Tekkeler salt eğitim alanında değil spor ve savaşçılık alanında da önemli görevler üstlenmiştir. Tekke dervişleri aynı zamanda birer savaşçı gibi yetiştirilmekte olup, bir düşman saldırısı sırasında devletten yardım beklemeksizin karşı koymaktadır.
Alevi-Bektaşi tekkeleri halkın sağlık sorunlarıyla da yakından ilgilidir. Hele ruh sağlığı alında isimleri bu günlere ulaşan iki ünlü postnişini ve uzmanı vardır ki, Karaca Ahmed ve Hıdır Abdal isimleri yaptıkları hizmetlerden dolayı günümüzde de bilinmektedir.
Alevi-Bektaşi tekkelerinde verilen kültür eski Türk geleneğinin devamı niteliğindedir. Ancak bunun başka dinlerden ve geleneklerden etkilenmediğini söylemek yanlış olur. Ancak Türk kültür ve geleneği bu tekkelerin yazgeçmedikleri ilkelerdir. Bunu Baba İlyas, Hacı Bektaş, Âşık Paşa, Yunus, Otman Baba vb.nin etkilerinde ve söylemlerinde açıkça görmekteyiz.
Alevi-Bektaşi tekke postnişinlerinin Alevi zümrelerinden hangisine mensup olursa olsun, birlik ve dayanışma içerisinde oldukları, bazı kararları birlikte alıp yürüttüklerini kaynaklarda açık şekilde görmekteyiz. Hacı Bektaş'ın Anadolu’ya geldiği sırada, Baba İlyas’ın öldürülüşünün ardından bir süre Battal Gazi Tekkesi'ni kullandığı ve burada her Kurban Bayramı'nda çeşitli tekkelerin pirlerini topladığı biliniyor. İlk sıralarda Battal Gazi Tekkesi’nin gördüğü işlev, zaman içerisinde Hacı Bektaş'a taşınmıştır. Bu çevrede bulunan etkili ve büyük tekkeler Ahi Evren'in, Âşık Paşa’nın Kırşehir, Hacı Bektaş’ın Sulucakaraöyük tekkelerinin yakın olmaları bir ilişkinin kanıtıdır. Buralarda alınan kararlar Anadolu tekkelerine kolayca ulaştırılmaktadır.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde işgal edilen topraklara özellikle tekke pirleri yerleştiriliyor, onlara yurt ve vakfiye kurma olanağı sağlanıyordu. Özellikle Balkanlarda işgal edilen topraklara yerleştirilen Türkmenler arasında, yine etkili ve büyük seyyidler görevlendirilmekteydi. Bunların başında Kızıl Deli gibi şahsiyetler gelmektedir. Devleti kazandırdığı en büyük kazanç bulundukları bölgelerin insanlarını etkilemeleriydi. Bu pirler aynı zamanda hoşgörü ve insani ilişkiler aşılıyorlar, savaş yerine barışı öne çıkartıyorlardı. O nedenle de kılıç yerine tahta kılıcı barışın simgesi olarak taşımaktaydılar.
Bektaşi tekkelerinin kuruldukları alanları genellikle göçer Türkmenlerin gelip geçtiği sınır boyları ile kervanların uğradıkları alanlardı. Anadolu’da yeni göçenlerin bir süre konaklaması ve yerleşeceği yerin belirlenmesi tekkelerin görevleri arasındaydı. O nedenle de tekke külliyesi yolcuların, konukların kolayca barınıp konaklayabilecekleri biçimde yapılıyordu. Tekkelerde bulunan karakazan ismi bu nedenle konuk severliğin simgesi olarak her zaman ön planda anılmaktadır.
Ayrıca toplumun dirlik ve düzenini sağlamak tekkelerinin ana görevlerinden birisiydi. Bu durumda kültürel birliğin bozulmamasına dikkat ediliyordu.
Alevi-Bektaşi tekkeleri en çok edebiyat, sanat ve müzik alanında kendisini öne çıkartılmıştı. Bu nedenlerle âşık halk edebiyatının günümüze kadar sürmesinde büyük payı vardır.
Alevi-Bektaşi tekkeleri, medreselerde verilen Sünni kurallara göre biçimlendirilmiş eğitimin dışında bir sistemle işlevini yapmaktaydı. Bu kurallar çeşitli uluslar tarafından da ilgi görmekteydi. Halkın benimseyebileceği, anlayabileceği kadar İslami bilgiler verilmekte olup, bunu da kendi anadillerinden almaktaydılar. İslami kuralların şekli yönleri yerine, batini yönüyle ilgili olmasından dolayı da bazı batılı araştırmacılar tarafından "halk İslamlığı" diye isimlendirilmektedir ki, biz de bu görüşteyiz. Agah Sırrı Levent “Medreselerin yetiştirdiği ulema-i rusum’un şeriatını çizdiği esaslara sıkı sıkıya bağlı olmasına karşın bunlar serbest düşüncededirler" demektedir.
1925 yılı sonrası tekkelerin kapatılmasını takip eden yıllarda tekkelerde bulunan eşyaların sayım ve teslim alınmasında devlet adına görevli bir araştırmacı olan Hamit Z. Koşay, burada gördüklerini ve geçmişteki kaygılarını şu sözlerle belirtmektedir:
“Bu sıra Alevi topluluklarını tanıma fırsatını buldum. İnanışların doğru ya da yanlışı üzerinde durmadan, eski Türk geleneklerinin Bektaşi ve Aleviler arasında korunduğuna ve Türkçe söylenen nefeslerin, mersiyelerin, gülbenklerin, menkıbelerin ve fıkraların topluca Türk kültürünün önemli bir bölümü teşkil ettiği hususundaki görüşe ben de katıldım.”
16. yüzyılla birlikte özellikle Yavuz Sultan Selim'in halife oluşuyla Alevi-Bektaşi tekkelerinde bir gerileme ve aksama olmuştur. Zaman içinde, bu tekkeler üzerindeki devlet desteğinin kalkması, devletin tekke postnişinlerini ve dedelerini ehli sünnete zorlaması, bu konuda kesin tavır takınması, tekkelerin eğitim ve işleyişine şer’i kurallar koymak istemesi özgürlüğü tümüyle ortadan kaldırmıştır. Ancak tekke yöneticileri bu isteği ve zorlamayı hiç bir zaman kabullenmediler, hatta öldürtülmeleri pahasına da olsa karşı koydular. O nedenle de tekkelerin işlevleri değişti, yeni yapılanma, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yeni arayışlara girişildi.
Kent tekkelerinin ağır baskı altında tutulması ve cezalandırılması, köydeki ocakzâde dedelere yeni görevler getirdi. Bu, ocakların önemini artırdı. Yavuz Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Sarı Selim, 4. Murad gibi sultanların ağır baskıları sonucu, bazı Alevi köylerini Sünni kurallara uydururken, bazılarını bu inanç ve geleneklerinden koparıldığından dağlara kaçırmıştır. Dağların ıssızlıklarında, orman sessizliklerinde yeni yerleşim yerleri inşa eden Aleviler, dedeleri ve postnişinleri sayesinde yeni bir takım tedbirler aldılar. Öncelikle cem törenlerine yeni işlevler kazandırdılar. Bunların başında Türk dilinde yaptıkları sazlı, sözlü, semah ibadetlerinin yanına bir de toplumun kurallarını getirdiler. Bu kuralları devletten kopmuşluğun, onlarla hiçbir ilişki kuramayacağının bilinciyle, Alevi toplumu arasında yürüttüler. Cemlerde toplumu kurallara bağlamak için yasa, toplumsal dayanışmayı yürütmek için dedeler arası koordineyi ve buralarda alınan kararları tüm topluma iletmek ve uygulatmak için yürütme organına benzer bir sistemle birlikte, yargı organının yaptığı yargılama sistemini de toplumun iç içeliğiyle yaptılar. Ayrıca dedelerin taliplerinden topladıkları hakullahların bir bölümünü inanç vergisi adı alında merkezi tekkeye götürdüler. Bütün bunlar gösteriyor ki, Osmanlı devleti içerisinde "gizli bir Alevi devleti"nin varlığı ortada duruyor. Bu sistem içerisinde yapılan yargılamanın günümüze kadar sürdüğü bir gerçektir. Suçlular burada yargılanır, düşkünlük cezası verilenler, toplumdan aldığı ceza süresince dışlanır. Ancak cezasının bitimiyle birlikte topluma ve ceme alınır. Hatta bu alışkanlık günümüze kadar sürmüştür. Daha 1950li yıllara varana kadar, Aleviler devletin mahkemelerinde görülmezler.
Alevi-Bektaşi tekkeleri en büyük darbeyi 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla birlikte yemiştir. Yeniçeri ocağıyla ilişkilendirildikleri Bektaşiler, bütün ocaklarıyla birlikte ortadan kaldırılmaya çalışılmış, tekkeler binalarına varıncaya kadar yıktırılmıştır. Ancak, dedelerin-babaların idam edilmesi, sürülmesi bile onları anlayış ve yaşayışlarından koparamamıştır. Aradan geçen 42 yıllık bir baskıdan sonra Sultan Abdülaziz, Bektaşi tekkelerini yeniden açtırmıştır.