Aleviler ve Kur’an-ı Kerim
  • Alevilik

Aleviler ve Kur’an-ı Kerim

Aleviler, Kur’an’ın Tanrı tarafından gönderilen son kutsal kitap olduğuna inanırlar. Aynı şekilde Kur’an’dan önce gönderilen diğer kutsal kitaplara (Zebur, Tevrat, İncil) da inanırlar. Ancak bu kutsal kitaplardan ve özellikle de Kur’an’dan ne anlaşılması gerektiği konusunda gerek Sünnilerden gerekse Şiilerden farklı düşünürler. Bu farklılığın en güzel ifadelerinden biri Seyyid Ali Sultan’ın şu dizelerindedir

Biz bir ayet okuruz, hiç Kur’an’a benzemez

Bu bizim imanımız kör imana benzemez.

….” (1)

Osmanlı şeyhülislam ve müftülerinin bir kısmının Alevi / Bektaşiler hakkında söyledikleri; “Kur’an’ı istihfaf ederler / hafife alırlar…” şeklindeki iddia tamamen iftiradan ibarettir. Aslında bu iddiaların temelinde yatan gerçek şeyhülislam ve müftülerin kendi zahiri anlayışlarını Alevi / Bektaşilere dayatma ve böylece onları da Sünnileştirme veyahut bu olmazsa onları katletme arzularıdır.

Aleviler, Sünniler veya Şiiler gibi Kur’an’ın zahiri anlamlarına takılıp kalmazlar. Ondaki özü temel alırlar. Kur’an’ın batıni / içsel anlamlarına ulaşıp her çağda yeniden yorumlanması ve zamanın koşullarına göre yeni baştan değerlendirilmesi gerektiğine inanırlar. Çünkü bilirler ki, Kur’an’daki ayetlerin pekçoğu Batıni manalar içerir. Yine bilirler ki, Kur’an’ın pek çok ayeti zamana ve mekana kayıtlıdır. Dahası sadece indiği dönemdeki insanları ilgilendiren, sadece Araplara özgü olan; dolayısıyla tüm çağlara ve tüm coğrafyalara şamil olması mümkün olmayan ayetlerin toplamı Kur’an’ın büyük bölümünü oluşturur.

Bu hususları ayrıntılandırmadan önce İslam tarihi boyunca sürekli gündemde bulunan bir konuya değinmek yerinde olacaktır.

Kur’an’ın Korunmuşluğuna Dai

Hicr Suresi’nin 9. ayetinde şöyle denilmektedir:

“ Kur’an’ı ( zikri ) kesinlikle biz indirdik; elbette yine onu biz koruyacağız.”

Bu ayete dayanarak Müslümanlar, Kur’an’ın Tanrı tarafından korunduğuna dolayısıyla onu değiştirmeye / tahrif etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğine inanmaktadırlar. Ancak Kur’an’ın değiştirilme ve tahrif edilme tehlikesinin bulunmadığı, çünkü Allah’ın onu koruduğu yönündeki inanca rağmen ilk Müslümanların Kur’an’ı koruma altına almak için harekete geçtiklerini ve böylece Kur’an’ın bir komisyon tarafından önce toplanıp mushaf haline getirildiğini, Halife Osman döneminde de kitaplaştırılıp çoğaltıldığını bilmekteyiz. Burada kuramsal olarak iki soru gündeme gelmektedir.

Birincisi; madem Kur’an’ı Tanrı korumaktadır, niçin insanlar onun tahrif edilebileceği, unutulabileceği kaygısıyla onu mushaflaştırmış ve sonra da kitaplaştırmışlardır ? Tanrı’nın vaadine rağmen niçin böyle davranmışlardır ? Tanrı’ya güvenmemiş olacak değildirler ya …

İkincisi; Kur’an’ın lafzının değişmemiş olmasının pratikte ne yararı vardır ? Ortada tek bir Kur’an olmasına karşın birbirine çok uzak görüşlere sahip Müslümanların mevcudiyeti; onlarca mezhep, tarikat, cemaat, meşrep vb.lerinin varlığı hiç değişmemiş Kur’an’a rağmen nasıl açıklanabilir ? Hemen hemen okuyan herkesin farklı şeyler anladığı, farklı görüşler edindiği ve hatta biribirine zıt hükümler çıkardığı Kur’an’ın lafzen değişmemiş olmasının kılgısal / pratik değeri nedir ? Aynı kitaba bakıp birbirlerini kafirlikle itham edecek kadar farklı şeyler anlayan insanlar için Kur’an’ın hiç değişmemiş / tahrif edilmemiş olmasının ne anlamı vardır?

Bu sorular başta Müslüman araştırmacılar olmak üzere konu ile ilgilenen tüm bilim adamları tarafından olumlu veya olumsuz, daha doğrusu İslam teolojisinin lehinde veya aleyhinde yanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu konudaki tartışmaların sürgit devam edeceği muhakkaktır. Ancak bizce birinci soruya / sorular öbeğine verilecek yanıt şu olmalıdır:

Tanrı’ nın Kur’an’ı koruma vaadi, müslümanların onu korumaları yoluyla gerçekleşmiştir. Müslümanlar bir anlamda Tanrı’nın vaadinin gerçekleşmesinde vesile rolü oynamışlardır. Tanrı’nın vaadine güvenmemek bir tarafa onun vaadinin gerçekleşmesini sağlamışlardır.

Yine bizce ikinci soruya, ya da sorular öbeğine verilebilecek yanıt da şu olabilir:

Kur’an’dan herkesin farklı şeyler anlaması, bu farklılıklar aşırı düzeyde dahi olsa, Tanrı’nın insanları ve insanlığı tekdüzeleştirmemek, farklı yorumların oluşumuna imkan sağlamak için Kur’an’ı deyim yerindeyse bilinçli olarak/isteyerek elastiki/Batıni anlamları mündemiç kılmasından dolayıdır. Bu, Tanrı’nın insanlara rahmetidir. Yani Tanrı, bizzat kendisi insanların/müslümanların farklı fikirlere / farklı din anlayışlarına sahip olmalarını murad etmektedir.

Tüm bu tartışmalara karşın Alevi / Bektaşiler; Kur’ an’ı, Allah’ın Hz. Muhammed’e gönderdiği son ilahi kitap olarak kabul ederler. Bu konuda Sünni ve Şii Müslümanlarla aralarında bir fark yoktur. Kur’an’ın değiştirildiği yolunda kimi iddiaları dillendiren marjinal kişiler bulunsa da Alevi / Bektaşiler; Kur’an’ın Tanrı tarafından korunduğu belirtilen ayetini temel alarak onun değiştirilmediğine ve değiştirilemeyeceğine inanmaktadırlar.

Kur’an’ın değiştirildiği yönündeki iddiaların hiçbir ciddi ve bilimsel dayanağı yoktur. Kaldı ki Kur’an değiştirilmek istenseydi bile İmam Ali’nin buna karşı çıkması ve bu karşı çıkışın tarihi işaretlerinin bulunması gerekirdi. Bu bağlamda yani İmam Ali’nin karşı çıkması anlamında bir olayın kaydedilmediği ve üstelik Halife Ebubekir tarafından bir araya toplanıp Halife Osman tarafından kitaplaştırılarak çoğaltılan Kur’an’a Ali’nin bir itirazının vaki olmadığı bilinmektedir. Ancak yine de Kur’an’ın değiştirildiği, Kur’an’dan özellikle Ali’nin imameti ile ilgili ayetlerin çıkarıldığı tarzında iddialar bulunmaktadır. Bu iddiaların, tarihin hiçbir döneminde ciddi sayıda taraftarı olmamıştır.

(Ancak yine de kafaları karıştıran bazı hususlar vardır. Sözgelimi; Kur’an’ın derlenmesi sırasında bir komisyon kurulup, bu komisyona getirilen ve ayet olduğu iddia edilen “söz”lerin gerçekten ayet olup olmadığının saptanması için bir çabanın mevcudiyeti söz konusudur. Böylesi bir çabanın mevcudiyeti bile aslında şöyle bir kuşkuyu doğurmuyor mu:

Demek ki, o dönemde pekçok insanın ezberinde bulunan veya bir kısım kimseler tarafından çeşitli levhalara yazılarak korunan “söz” lerin hangilerinin tanrısal vahiy ürünü olduğu yani ayet olup olmadığı tam bir kesinliğe sahip değildir. Şayet gerçekten böyle bir kesinlik söz konusu olsaydı, o vakit bir komisyona gereksinim duyulmazdı. Yapılacak iş, sadece ayetlerin bir araya toplanmasından ibaret olurdu. Halbuki ayet olduğu iddia olunarak komisyona getirilen sözlerin ayet kabul edilebilmesi için temel bir kriter belirlendiğini ve bu kritere uymayanların ayet kabul edilmeyip bunların mushafa konulmadığını bilmekteyiz. Ayrıca hemen belirtelim ki, bir sözün ayet olup olmadığını saptamak için kararlaştırılan ölçüt / kriter / kıstas, o sözün iki şahit / tanık tarafından getirilmesidir. Şu an eldeki mevcut Kur’an’ın tüm ayetlerinin bu kıstasa göre derlendiğini ancak Tövbe Suresi’nin son iki ayetinin istisna edilerek tek tanıkla Kur’an’a alındığını biliyoruz. Belki de gerçekten ayet olduğu halde iki tanık bulunamadığı için ayet kabul edilmeyip Kur’an’a alınmayan ya da aslında ayet olmadığı halde birtakım kaygılarla (siyasal vb.) ayet addedilerek mushafta yer bulan sözler de vardır. Bu teorik yaklaşımımızı destekleyen kimi rivayetler sözkonusu ise de bunların isbatı mümkün olmadığı için diyoruz ki, Kur’an’ın değiştirildiği / tahrif edildiği yönündeki iddiaların ciddi bir tarihsel / olgusal ve bilimsel dayanağı yoktur. Lakin yine de mantığımız bizi yukarıda sıraladığımız soruları sormaya sevkediyor. Sanıyorum burada sorulması gereken ve fakat akli anlamda bir yanıtı bulunmayan (Gaybi bir yanıt olsa gerek ki bu da ancak fideistçe “La ya’lemu İllallah “ / “ Yalnız Allah bilir. “ demekten ibarettir.) bir diğer soru da şudur:

Yüce Tanrı, Kur’an’dan evvel gönderdiği kutsal kitaplar için bir koruma vaadinde bulunmamışken niçin Kur’an için böyle bir vaatte bulunmaktadır ? )

Bununla birlikte yukarıda da söylediğimiz gibi Alevi / Bektaşilerin Kur’ an’a yaklaşımları son derece farklıdır. Alevi / Bektaşiler; Kur’an’ın yüzeysel anlamından ziyade içsel anlamının önemli olduğunu savunurlar. Kur’an’ın pek çok ayetinin Sünni ve Şiilerce yanlış anlaşılmakta olduğuna inanırlar. Onların, sadece yüzeysel / zahiri / dışsal anlamlarla yetindiklerini, içsel/batıni anlamlara ulaşamadıklarını ileri sürerler. Nitekim Kur’ an’ın yüzeysel / zahiri anlamlarının yanında içsel / batıni anlamlarının da olduğunu bizzat Kur’an’ın kendisi söylemektedir.

(Sünni ve Şii Müslümanlar, Kur’an’ın her hükmünün ve her ayetinin her çağda ve her coğrafyada geçerli olduğunu yani Kur’an’ın tümüyle evrensel ve zaman üstü olduğunu ileri sürerler. Ancak yine de Kur’an’daki pek çok hükmü uygulamazlar. Uygulamadıkları hükümlerin aslında uygulanamaz hükümler olduğunu görmek istemezler. Üstelik bu gerçeği asırlardır söyleyen Alevi/Bektaşi/Batıni kitlelere karşı da geçmişte olduğu gibi bugün de mütecaviz bir tutum sergilerler.)

Tekraren ifade edelim ki, Alevi/Bektaşiler; Kur’an’daki pek çok ayetin yerel anlamlı ve kimi ayetlerin de zamana kayıtlı olduğunu/hükümlerinin geçersiz hale geldiğini savunurlar. Şimdi bu savları teker teker ele alalım.

Kur’an’ın Batıni Anlamları Vardı

Kur’an’ın batıni / içsel anlamlarının olduğu savı Kur’an kaynaklıdır. Nitekim Ali İmran Suresinde şöyle denilmektedir:

“…Onun ayetlerinin bir bölümü muhkem (anlamı açık) dir. Onlar kitabın anasıdır. Öbür ayetlerse müteşabih (içsel anlamı olan) tir… Onun yorumunu ise ancak Tanrı ve bilimde derinleşenler bilir…” ( 2)

Ayrıca yine Zümer Suresi’nde şöyle denilmektedir:

“ Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer iç içe anlamlar içeren ( mesani ) / batıni anlamları olan bir kitap halinde indirmiştir…” ( 3 )

Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevi / Bektaşilerin savlarının dayanağıdır. Aleviler, Kur’an’ın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta Hz. Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedildiğini / keşfedilebileceğini savunurlar. Nitekim Hz. Muhammed, Hz. Ali’yi ilim şehrinin kapısı olarak nitelemiş ve ona Kur’an’ı anlamak noktasında en yüksek payeyi vermiştir. Onu kendi yerine vasi tayin etmesi de bu nedenledir. Kuşkusuz Kur’an’ı, Hz. Muhammed’in yerine vasi tayin ettiği bir kişiden daha iyi hiç kimse yorumlayamaz. Bu nedenledir ki, Hz. Ali, “ene Kur’an–u natık “ yani “ Ben konuşan Kur’an’ım.” Demiştir. Hz. Ali bu sözü Sıffın Savaşı sırasında askerlerinin mızraklarının uçlarına Kur’an sayfaları taktıran Muaviye’nin hilesine kanıp savaşmaktan vazgeçen ve “ Biz Kur’an’a saldıramayız “ diyen kendi askerlerini ikna için söylemiştir. Fakat bir kısım askerler, Hz. Ali’nin bu sözüne rağmen savaşmaktan vazgeçip Muaviye’nin savaşı kazanmasına neden olmuşlardır. Bu olay Kur’an’ın siyasete alet edilmesinin ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Hz. Ali de bu tavrıyla dinin ve kutsal değerlerin siyasete alet edilmesine ilk karşı çıkanlardan olarak tarihçe kaydedilmiştir. Alevi / Bektaşi inancına göre Hz. Ali, Kur’an’ın ta kendisidir. Bugün Kur’an’dan anlaşılan yazılı bir belgedir. Ancak Hz. Ali o yazılı belgenin konuşan, cisimleşmiş ve muşahhas halidir. Alevi / Bektaşilerin Hz. Ali’yi gerçek Kur’an / mücessem ve müşahhas Kur’an olarak gördüklerinin en edebi ifadelerinden biri Virani Baba’ya aittir: (4)

“ Ali İncil, Ali Tevrat,

 

Ali Zebur, Ali Kur’an,

 

Ali Fazl’ur – Rahman,

 

Ali’dir sümme vech’ul-lah.”

Hz. Ali’nin bu üstün niteliğinin bir yansıması olarak Alevi / Bektaşiler, onu övmek, yüceltmek konusunda görkemli ve edebi anlamda olağanüstü sözler söylemişlerdir. Onun, Kur’an’ın batıni yorumuna olan hakimiyetini ve böylece dinin gerçek boyutunu keşfetmesini anlatan, edebi olarak bu gerçeklere dikkat çeken görkem yüklü şiirlerden biri de Şahkulu Sultan Dergahı post sahibi Hilmi Dedebabaya aittir: (5)

“Ali evvel, Ali ahir,

 

Ali tayyib, Ali tahir,

 

Ali batın, Ali zahir,

 

Ali göründü gözüme.

 

Ali candır, Ali canan,

 

Ali rahim, Ali rahman,

 

Ali dindir, Ali iman,

 

Ali göründü gözüme.”

Kur’an’ın batıni anlamlarının olduğunun kanıtlarından biri de bazı surelerin başlarında yer alan harflerdir. Elif, Lam, Mim; Elif,Lam, Ra; Ha, Mim; Ta, Ha. vb. kimi harflerin ne anlama geldiği hususunda Kur’an yorumcularının bir sürü savı bulunmakta ve bunların hiçbiri birbiriyle uyuşmamaktadır.

Kur’an’ın içsel anlamları olduğunu yani müteşabih olduğunu kabul eden ve bu yönde çok ciddi ve bilimsel araştırmalar yapan çağdaş / yaşayan Sünni din bilginleri de bulunmaktadır. Özellikle Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk ve Hasan Elik bu konuda öne çıkmaktadır. Hatta Yaşar Nuri’ye göre Kur’an’ın yüzde doksanı müteşabih, başka bir ifadeyle içsel anlamlıdır. (6) Bugün modernist tabir edilen kimi Sünni din bilginleri tarafından yeni yeni ortaya atılan görüşleri Alevi / Bektaşi önderleri yüzyıllardır dile getirmektedir. Kur’an’ın zahiri / dışsal anlam ve yorumlarının günümüz dünyasına yanıt veremediği artık apaçık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Zahiri / dışsal anlam ve yorumların sadece bu çağda değil geçmiş dönemlerde de toplumsal yaşam bağlamında pek çok sorunlara yol açtığı tarihsel olarak sabittir. Yüzyıllar sonra da olsa Sünni ve Şii din bilginleri Alevi / Bektaşi yaklaşımının doğruluğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk vb. din bilginlerinin çabaları ( Bu bilginlerin çalışmaları genelde Kur’an’ın hukuksal ve sosyal alanlarla ilgili ayetleriyle sınırlı kalsa da son derece önemli bir gelişmedir. Bilindiği gibi Alevi / Bektaşiler, sadece hukuksal ve sosyal anlamda değil ibadetler ve akaid ile ilgili ayetlere de batıni / içsel yorumlar geliştirmişlerdir.) Alevi / Bektaşileri haklı çıkarmaktadır. Gerçi Alevi / Bektaşiler Sünni din bilginlerinden kendilerinin haklı olduğunu kabul etmelerini beklememekte ve buna gereksinim duymamaktadırlar. Onlar zaten tarihsel ve bilimsel olarak haklı olduklarını bilmektedirler. Bu biliş sadece bilme düzeyinde değil, bir iman mertebesindedir.

Alevi / Bektaşiler; Kur’an’ın batıni / içsel anlamlarına uymayı ilke edinmişler, zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışlardır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişlerdir ve hala da ödemeye devam etmektedirler. Hallac–ı Mansur’un asılarak idamı, Seyyid Nesimi’nin derisinin yüzülmesi gibi olaylar milyonlarca elim olaydan sadece ikisini teşkil etmektedir.

Kur’an’ın Tarihsel Ayetleri Vardır

Kur’an’ın pek çok ayeti tarihseldir. İndiği dönemle ilgili ve günümüze dair hiçbir işlevselliği bulunmayan ayetlerin toplamı Kur’an’ın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir. Hz. Muhammed ve ashabının yaşadığı ve bir daha benzerlerinin dahi yaşanmasına olanak bulunmayan bir sürü tarihsel olay Kur’an’ da uzun uzadıya anlatılmaktadır. Kur’an’ın yorumlanması ve açıklanması çalışmalarında tarihsellikten kastedilen hükümlerinin geçersiz hale gelmesi durumudur. Böylesi ayetlerin varlığı modernist yorumcular tarafından kabul edilmekle birlikte geleneksel Sünni din bilginlerinin tümü bunu reddetmekte ve Kur’an’da bulunan bütün ayetlerin geçerliliğini sürdürdüğü, kıyamete değin de sürdüreceği inancını savunmaktadır.

Oysa Kur’an’ın kendisi zamanla kimi hükümlerinin geçersiz hale gelebileceğini öngörmektedir. Nitekim Bakara Suresi’nde şöyle denilmektedir:

“ Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye güç yetirendir.” (7)

“ Biz bir ayetin hükmünü başka bir ayetle değiştirdiğimiz zaman – ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir – sen ancak bir iftiracısın dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.” (8)

Kuramsal olarak Kur’an, kendi ayetlerinin bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek ( ki bu duruma Tefsir literatüründe nesh denmektedir. ) tarihselliği kabul etmektedir. Günümüzde kimi modernist Sünni din bilginleri artık bunu kabul edip bu bağlamda yeni yorumlar geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu cümleden olarak söyleyelim ki; Kur’an’daki hukuksal ve sosyal anlam ve hüküm içeren pek çok ayetin hükmü kalkmıştır. Özellikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.

Alevi / Bektaşiler bu gerçeği yüzyıllardır söylemektedir. Onlar, Kur’an’ın bir öğüt kitabı olduğunu kabul etmişler ve onu bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayetlerin, indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır. İşte seyyid Nesimi’nin sözleri:

( … )

“ Din-ü iman- ü namaz- ü hacc-ü erkan – ı zekat

 

Bahs ü da’vi ŞERİAT kamu güftar nedir ?

 

İlm – ü KUR’AN u hadis ü va’z ile ders

 

Cümle bir mani imiş bunca bu tekrar nedir ?

 

İlm – i tevhid okuyan medrese ilmin okumaz

 

Gör ki bu ravzada ol sırrı ile esrar nedir ?

 

( … )

Sözlerim cümle hakikattır sözüm anlayana

 

Özünü bilmeyene cümle bu güftar nedir ? “

Bu başlığı sadece iki örnek vererek kapatalım. Kur’an’da kadınların tanıklığı o dönem Arap toplumunun koşulları gereği erkeklerin tanıklığının yarısı kabul edilmektedir. Oysa Kur’an ‘dan evvel kadınların hiçbir biçimde tanıklıkları kabul edilmiyordu.

“ Ey inananlar, belirlenmiş bir süre için borçlandığınız vakit onu yazın… Erkeklerinizden de iki tanık bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz tanıklardan bir erkek ile biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki kadın olsun…” (9

Çağımızda hiçbir entelektüel Müslüman kadın Kur'an’da yazıyor diye kendi tanıklığının yarım kabul edilmesine razı olamaz. Görüldüğü gibi bu ayette o dönemin toplumsal koşullarına göre hüküm verilmiştir. Kadın o dönemde Arap toplumunda, sosyal yaşamda erkeğe oranla asla kıyas edilemeyecek derecede geri planda, hatta hiç yok hükmünde idi. Böyle olunca da sosyal olaylarda -ki burada ticari bir durum söz konusudur- tanıklığı erkek kadar muteber olamıyordu. Ne var ki sonraki dönem din bilginleri bu ayetten yola çıkarak kadınları her türlü hukuksal olayda yarım tanık kabul etmeyi kurallaştırmışlardır. Ancak zaman denilen olgu bu sakat anlayışı geçersiz hale getirmiştir. Gerçi hala günümüzde bile kimi şeriatçı çevreler bu hükmü savunmaktadır ama bu yaklaşımın gerçek yaşamda hiçbir uygulanabilirliği kalmamıştır. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerine ilişkin durum da aynıdır. Kur’an’ın bu konudaki hükmü de artık geçersizdir. Hiçbir Müslüman kadın bir erkeğin ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olmayı sindiremez. Bunu hiçbir çağdaş kadına İslam’ın hükmü diye kabul ettiremezsiniz.

Kur’an’daki bir diğer çarpıcı örnek de kadının boşanma sonrası beklemesi gereken süre ile ilgilidir.

“ Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç ay hali beklerler. Eğer onlar gerçekten Allah’a ve ahiret gününe inanmışlarsa, rahimlerinde Allah’ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz…” (10)

Görüldüğü üzere Kur’an indiği dönemin koşulları gereği kadınların boşanma sonrası üç adet dönemi (üç ay) beklemeleri ve hamile olup olmadıklarını net bir biçimde anlamalarını, hamile iseler çocuğun babasının kesin bir şekilde açığa çıkmasını sağlamaları yani gizlememelerini söylemektedir. Yeni bir evlilikten önce bu, koşuldur. Eğer bu koşula uyulmazsa çocuğun nesebinin tesbiti olanaksızlaşacaktır. Ancak bilindiği üzere bu durum tamamen o dönemin şartlarını yansıtmaktadır. Bugün teknoloji son derece ilerlemiş ve bir kadının hamile olup olmadığını anlamak için üç ay beklemeye gerek kalmamıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın bu hükmü ve hükme temel teşkil eden bu ayeti zaman tarafından nesh edilmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler Kur’an’ın kimi ayetlerini bu şekilde geçersiz kılmaktadır. Ancak yüce Allah’ın vahyi sadece Kur’an’dan ibaret değildir. Yani Kur’an’la son bulmuş değildir. Bunu bizzat Kur’an’ın kendisi ilan etmektedir:

“ De ki; Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez. “ (11)

“ Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah’ın sözleri bitmez. Kuşku yok ki, Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir. (12

Demek ki Yüce Allah’ın vahyi yani sözleri Kur’an’la bitmemiştir. Kur’an vahyin sonu değildir. Allah’ın vahyi sonsuzdur ve süreklidir. Anlaşıldığı üzere vahiy devam etmektedir. Peki bu vahyin içeriği nedir? Artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre - ki Kur’an böyle söylemektedir – devam etmekte olan vahiy, peygamberi / nebevi bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Bizce bu, Tanrının insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan akılla alınan bir vahiydir. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla, Allah’ın dilediği kadar ve dilediği sürede yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrının en büyük kutsal kitabı olan evreni / evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edimi Allah’ın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, Tanrısal vahyin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve bilgi açığa çıkmaktadır. Bilim ve bilgi ise ayette işaret edilen “ Allah’ın tükenmeyen sözleri ”dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime uymak, Allah’ın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir. Bu noktada Kur’an’ın , “ Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “ (13) şeklindeki ayeti hatırlanmalıdır. Yine Alevi / Bektaşilerin serçeşmesi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” buyruğu unutulmamalıdır.

Kur’an’ın Yerel / Mekana Kayıtlı Ayetleri Vardır

Kur’an, yüce Allah’ın insanlara öğüt olmak üzere gönderdiği son tanrısal bildirgedir. İçeriği itibariyle bütün kutsal bildirgeler gibi evrenseldir. Ahlak ve inanç esasları bütün insanlığı ilgilendiren özelliktedir. Kimi hukuki ilkeler de evrenseldir. Suçun şahsiliği ve suçla orantılı ceza verme ilkesi gibi. Ancak kabul etmek gerekir ki, Kur’an’da mekana kayıtlı yani yerel ayetler de vardır. Kur’an’ın tümünün evrensel olduğunu iddia etmek her türlü ciddiyetten uzaktır. Kur’an’da çağlar üstü gerçeklere işaret eden ayetler bulunduğu gibi sadece Arapları, hatta indiği dönemdeki Arapları ilgilendiren ve diğer topluluklar için hiçbir kuramsal ve kılgısal ( pratik ) anlamı olmayan ayetler de vardır.

Bu düşüncemizin kaynağı da Kur’andır. Nitekim Kur’an’da yüce Allah şöyle seslenmektedir

“ Kentlerin anası ( Mekke ) ve onun çevresinde bulunanları / yaşayanları uyarman ve asla kuşku olmayan toplanma günüyle onları korkutman için sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik / açımladık.” (14

Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır

“ Bu, kentlerin anası ( Mekke ) ve çevresinde bulunanları / yaşayanları uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı kutlu bir kitaptır…” (15

Açıkça görülmektedir ki, Kur’an’ın asli ve birincil muhatabı Mekke ve çevresinde bulunanlardır. Mekke ve çevresinde bulunanlardan kastedilen ise doğrudan doğruya Araplardır. Bu savı destekleyen önemli işaretlerden biri de Kur’an’ın dilinin Arapça olmasıdır. Kur’an’ın Arapça bir kitap olarak indirilmesinin nedeni açıklanırken asli ve birincil muhataplarının Araplar olduğu meydana çıkmaktadır. İşte Kur’an’ın diliyle ilgili açıklamanın bulunduğu bir ayet

“ Eğer biz onu yabancı dilde bir kur’an yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: Ayetleri ayrıntılandırılmalı değil miydi? Arap’a yabancı dilde kitap olur mu ?...” (16

Kur’an’ın dilinin Arapça olmasının nedeni daha pek çok ayette anlatılmaktadır. Ancak verdiğimiz örnekler göstermektedir ki, Kur’an’ın dilinin Arapça olması boşuna değildir. İlk, asli ve birincil muhatap olan Arapların dilinin Kur’an’ın dili olması gerçeği bizi şu noktaya götürmektedir

Gayet doğal olarak Kur’an’da sadece asli ve birincil muhatapları ilgilendiren ve onlardan başkası için hiçbir kuramsal ve kılgısal anlamı bulunmayan ayetler vardır. Bu durum, onun evrensel bir kitap olması özelliği ile asla çelişmemektedir. Çünkü evrensel olan onun mesajıdır, ruhudur, özüdür, ortaya koyduğu genel hükümlerdir. Her bir ayeti, her bir hükmü evrensel olamaz. Bu, toplumsal açıdan olanaksızdır. Kur’an, ilk muhatapları olan Arapların yaşamından somut olayları örnek alarak kimi sosyal düzenlemeler ortaya koymuştur. Bu sosyal olayların birebir karşılığının bütün dünya toplumlarında mevcut olması olanaksızdır. Kur’an’ın tüm ayetlerinde Arap kültürünün, Arap anlayışının derin izleri bulunmaktadır ki, bu durum yadırganacak bir şey olmayıp son derece doğal bir özelliktir. Arapların günlük yaşamlarında cereyan eden olaylar temelinde ihdas edilen sosyal ve dinsel kurallar bütün insanlık için birebir geçerli ve her coğrafyada tatbiki zorunlu ilkeler olamaz. Nitekim tarihsel olarak da görmekteyiz ki, İslam’ı kabul eden pek çok gayri Arap topluluk, kimi İslami kuralları kendi toplumsal yapılarına uyarlamaya çalışmışlardır. Bunun en büyük ve en çarpıcı örneği ise İslam’ın Türk kültürü ile yoğrulmasından doğan Alevi / Bektaşi yoludur

Kur’an’da sadece Arapları ilgilendiren ayetlerden çok çarpıcı ve hiçbir tevile olanak bırakmayacak kadar net birkaç ayetle bu konuyu sonlandıralım

“ İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Kuşkusuz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğe kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Bulamayan kimse / buna gücü yetmeyen kimse eşiyle temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış yoksulu doyurur. Bu, Allah ve elçisine inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah’ın hükümlerdir. İnanmayanlar için acı bir azap vardır.” (17

Öncelikle bu ayetlerin iniş nedenini açıklayalım. Araplarda, başka bir toplulukta bulunmayan bir gelenek vardı: Zıhar geleneği. Bu geleneğe göre bir adam karısına “ sen bana anamın sırtı gibisin” deyince kadın o erkeğe haram sayılır ve ebediyen kocası tarafından terk edilmiş olurdu. Hazreti Muhammed’in arkadaşlarından Evs bin Sabit de karısına kızıp bu sözü söylemişti. Karısı Havle, Hazreti Muhammed’ e gidip genç yaşında kocasına hizmetler ettiğini, çocukları olduğunu, şimdi bu ihtiyarlık zamanında kocasının bu sözü söyleyerek kendisini perişan ettiğini anlattı ve Hazreti Muhammed’den tekrar kocasına dönmesi için hüküm istedi. Hazreti Muhammed ise “ sen ona haramsın.” Dedi. Kadın, küçük çocuklarına üzüldüğünü söylüyor ve kendi lehinde bir hüküm vermesini Tanrı elçisinden tekrar tekrar istiyordu. Sonunda Hazreti Muhammed’de vahiy hali belirdi ve bu ayetler indi. Böylece Tanrı, Araplara özgü eski bir geleneğin yanlış bir kanıdan ibaret olduğunu, bu tür sözlerle kadının kocasının anası olamayacağını bildirdi.

Görüldüğü gibi zıhar geleneği Araplara özgüdür. Dolayısıyla Kur’an’ın bu ayetleri de Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman halklar için bu ayetlerin kuramsal ve kılgısal olarak hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Türklerde ve diğer Müslüman halklarda böylesi bir gelenek yoktur. Kur’an’da daha pek çok konuda böylesi ayetler vardır. Kız çocuklarının utanç nedeni sayılıp diri diri gömülmesi, başı açık olmanın cariye ( köle kadın ) ve hayat kadını olmaya işaret addedilmesi gibi durumlar başka topluluklarda, sözgelimi Türklerde yoktur. Dolayısıyla Türkler için başa örtü almak özgür olmaya da işaret sayılamaz. Gerçi artık günümüz Arapları için de böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla başı örtme diye bir buyruğa da artık gerek yoktur. Kaldı ki bugün pek çok Sünni din bilgini başı örtme ile ilgili ayetlerin bir buyruk değil, bir öğüt / tavsiye olduğunu ve başı örtmemenin dinsel anlamda hiçbir cezasının bulunmadığını dile getirmektedir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi geleneğinin yasaklanması da, bu gelenek sadece Araplarda olduğu için Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman topluluklar için bu türden ayetlerin kılgısal karşılığı yoktur.

Yine kur’an’da insanoğlunun bilemeyeceği sadece Tanrı’nın bilebileceği kimi konuların olduğu – ki bunlara Kur’an literatüründe gayb denmektedir. – bildirilmektedir.

Bu konular; kıyametin ne zaman kopacağı, yağmurun yağması, ne zaman ölüneceği, nerede ölüneceği, rahimlerde bulunanların mahiyeti ( Burada kastedilen çocukların cinsiyetidir. ) vb. dir.

Söz konusu ayetler şöyledir:

“ Kıyamet vakti hakkında bilgi Tanrı’nın katındadır. Yağmuru o yağdırır. Rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Kuşkusuz Tanrı her şeyi bilendir, her şeyden haberi olandır.” (18)

“ Her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını Tanrı bilir. Onun katında her şey bir ölçüye bağlıdır.” (19)

İşte görüldüğü gibi bu iki ayette belirtilen olaylar artık insanoğlu için gayb / bilinemeyen şeyler değildir. Ancak Kur’an’ın indiği dönemdeki insanlar bunların hiçbirini gerçekten bilmiyorlardı. Fakat insanoğlu Tanrı’nın izni ile ve onun bitip tükenmeyen vahyinin / sonsuz ve sürekli vahyinin ( Bilim ve teknoloji ) yol göstericiliği ile geçmişte bilinemeyen kimi konuları artık tüm çıplaklığı ile bilmektedir. Yağmurun ne zaman yağacağı insanlar için artık meçhul değildir. Hamile kadınların neye gebe olduğu da meçhul değildir. Gelişen bilim ve teknoloji sayesinde hava tahmin raporları ile hava durumu ve iklimsel özellikler yüzde yüze yakın bir oranla bilinmekte ve bu bilgi ile tarımsal, sınai ve sosyal planlar yapılmaktadır. Hatta insanoğlu geliştirdiği teknoloji ile artık yapay yağmur bile yağdırabilmektedir. Artık insanoğlu, ana rahmindeki çocuğun sadece cinsiyetini değil, yaşamı boyunca hangi hastalıklara yakalanacağını, saçının rengini, sakat doğup doğmayacağını, kaç kilogram ağırlıkta olacağını vb. bilmektedir.

Sıraladığımız bu özellikler inancı zayıf kimseler için inkara zemin oluşturabilir. Ancak Kur’an’ın gerçek işlevini ve Tanrı’nın onu indirmekle neyi amaçladığını, yine yüce Allah’ın kendilerine ihsan ettiği anlama gücü ve sezgi yeteneği ile keşfedip bilenler böylesi bir inkar çukuruna düşmek bir tarafa Tanrı’ya ve onun dinine olan imanlarını güçlendirirler. (20)

Bu incelemede Kur’an’daki birkaç ayet temel alınarak Kur’an’ın tarihselliği, batıniliği, yerelliği gibi konular çerçevesinde Alevi / Bektaşilerin Kur’an’a dair geliştirdikleri yaklaşımı irdelemeye çalıştık. Sözkonusu hususlara kanıt teşkil eden onlarca–yüzlerce ayet vardır. Lakin biz burada, meselenin anlaşılması noktasında kifayet arzettiği için sadece birkaçını sunmakla yetindik

İşte, Alevi / Bektaşi yoluna intisab eden gerçek müminler, zahiri / dışsal sığlıktan kurtulup batıni derinliğe ulaşarak Kur’an’ın ne amaçla indirildiğini ve Tanrı’nın insanlardan ne istediğini gerçek boyutlarıyla keşfetmiş, yüce Allah’ın bitip tükenmeyen vahyine teslim olup hakiki Müslüman olma mertebesine ulaşmış kimselerdir. Onlar, büyük Hünkar’ın, “ Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Buyruğuna boyun eğerek bilimin aydınlatıcı ikliminde yaşamaktadırlar.

 

Alevi / Bektaşiler, İnsanın yeryüzünde Tanrı’nın tecellisi olduğuna inanmakta dolayısıyla insanı okumanın, onu anlamaya çalışmanın ve insanı insan yapan en önemli değer olan akla teslim olmanın gerçek mümin olmak demek olduğuna iman etmektedirler.

Sözlerimizi yine Alevi / Bektaşilerin serçeşmesi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin bir sözü ile bitirelim:

“Okunacak En Büyük Kitap İnsandır“

 

Alevi Ritüellerinde Kur'an'ın Yeri

Alevi ritüelleri denilince ilk akla gelen Cem ayinidir. Cem ayini Aleviliğin temel ibadetidir. Cemsiz Alevilik olmaz. Dolayısıyla Cem, Alevileri diğer inanç topluluklarından ayıran en temel unsurlardandır. Hadisenin daha da berraklaşması için söyleyelim ki, samimi bir Alevi / Bektaşi için Cem ayininden daha yüce ve kutsal bir ritüel / ibadet yoktur. Tıpkı Muharrem orucundan daha kutsal ve yüce bir oruç olmadığı gibi. Ve yine insanların kalbini / gönlünü kazanmaktan daha kutsal ve yüce bir hac olmadığı gibi. Bu söylemlerin Sünni ve Şii müslümanlar için ne denli şaşırtıcı olduğu ortadadır. Ancak bunlar Alevilerin asla vazgeçmeyecekleri ve asla terketmeyecekleri olmazsa olmaz ilkelerdir. Bunlardan yahut bunların her hangi birinden taviz veren ya da bunların birincil olma özelliğini ikincilliğe indirgeyen bir kimsenin Alevi / Bektaşi olması imkansızdır. Bu girişten sonra şimdi Cem ayininde Kur’an’ın yerini ( Lütfen dikkat, Kur’an’da Cem ayininin yeri değil, Cem ayininde Kur’an’ın yeri) ele alalım:

 

Cem ayininde Kur’an’dan kimi bölümler okunmaktadır. Bunlar; Fatiha Suresi, İhlas Suresi ve Nur Suresi’nin 35,36. ayetleri ve Kerbela katliamı için söylenen mersiyeden evvel İmam Hüseyin ve yoldaşlarının maruz kaldığı sususuzluğa dikkat çekmek için, Tanrı’nın herşeyi sudan yarattığını bildirdiği söz konusu ayettir. Bahse konu sure ve ayetlerin tümü Türk dilinde okunmaktadır. Bunların dışında hemen hemen başkaca hiçbir ayet okunmamaktadır. ( Cem başlamadan evvel dede / babanın yaptığı dinsel söyleşi hariç.)

Cemlerde asıl yer deyişlerin / nefeslerindir. Okunan Kur’an ayetlerinden kat be kat fazla deyiş ve nefes okunmaktadır. Bu deyiş ve nefeslerin büyük bölümü de Şah İsmail Hatai’ye aittir. Özellikle Balkanlardaki ve diğer bölgelerdeki pekçok Alevi / Bektaşi topluluk için Hatai nefesleri / deyişleri okumak, Kur’an okumak gibi kutsal addedilmektedir. Bu o denli güçlü bir inanıştır ki, Aleviler; Şah İsmail Hatai hazretlerinin nefeslerini / deyişlerini okuduklarında doğrudan doğruya “ Kur’an okuduk.” (21) Demektedirler. Gerçekten de Alevi / Bektaşi inancında yedi ulu ozana ait deyişler / nefesler ayet gibidir. O denli kutsal ve mübarektirler. Seyyid Ali Sultan’ın;

“…

Biz bir ayet okuruz, hiç Kur’an’a benzemez

 

Bu bizim imanımız kör imana benzemez.

Demesindeki hikmetlerden biri de budur.

Gayet serahatle bilmekteyiz ki, yedi ulu ozanın tüm deyişleri/nefesleri, Vahdet-i Vücud anlayışı çerçevesinde Allah aşkını anlatan, ehlibeyt sevgisini konu alan, edep ve ahlakı öğütleyen kutsal şiirlerdir. Bu bağlamda Kur’an’ın içeriği ile de zaten örtüşmektedirler. Yani bir anlamda bu şiirler Kur’an’ın lirik ve manzum tefsiri gibidir.

Ayrıca yeri gelmişken hemen belirtelim ve an