1.Bayaniler Bayaniler, Ali’nin Muhammed Hanefi’den torunu olan Haşim’i imam tanımaktadır. Başlarında Tamim kabilesinden Saman oğlu Bayan vardır. Bayan, Ali’nin tanrılığına inanıyordu. Tezini şu söylemlerle geliştirdi
Tanrısallık Ali’de cisimleşmiş ve onun dünyasal vücuduyla birleşmiştir. Bu tanrısal parçası sayesinde Ali gizli sırları biliyor ve gelecek hakkında yanlışa düşmeden konuşabiliyordu. Sahip olduğu bu tanrısal nur (ışık) parçasıyla kâfirlerle savaşıyor ve zaferinden her zaman emin olabiliyordu. Yine bu sayededir ki, Hayber Kalesinin kapısını bir hamlede koparıp atmıştır. Bizzat kendisi, ‘vallahi bu kapıyı koparışım, benim vücudumun ve ruhumun sahip olduğu güçle olmamıştır. Kullandığım güç Rahmanın ve onun meleklerinindir.’ demişti. Ali’nin bu meleklere özgü gücü, onun vücudunun fitilinde tutuşmuş bir alevdi. Alevin içinde parıldayan ise tanrısal ışıktı, nurdu.”
Bayan, Ali’nin yeryüzünde zaman zaman ortaya ortaya çıkıp kendisini gösterdiğini söylüyor. Bu olayın Kur’an’daki, “Onlar, Tanrı'nın bir buluda bürünüp, onun gölgesinde kendilerine gelmesini mi bekliyorlar?” diyen ayetin (Sure 2 / 210) yorumu olduğunu kabul ediyordu. Bayan’a göre Ali bir bulutla örtünmüş; sesi (nağrası) gök gürültüsü, gülüşü şimşektir. Bu durum, ondaki aynı tanrısal parçanın özel bir biçim altında yeniden ortaya çıkışı, yani tezahürüdür. Adem’in varlığında, meleklerin tapınmasına layık olan aynı tanrısal ışık parçasıydı. Üstelik, Bayan’ın ortaya attığı öğretiye göre, tapınılması gerekli olan Tanrı, tamamıyla insan görünümlü ve organları ve vücut hatlarıyla insana benzer. Bunun ıspatı için, “Onun sıfatı dışında herşey mahvolacak” diyen Kur’an ayetini (Sure 28 / 88) anımsatıyordu. Bayan, davasına destek vermesini rica ederek, İmam Muhammed Bakır’a (676-735) bir yazı göndermeyi de ihmal etmedi. Yazıda şu bildirimi sunuyordu:
“Doğru inancı kucakla ve kurtulmak amacıyla kurtarmış olacaksın. Böyle daha da yükselirsin. Zira seni Tanrı'nın, bir peygamber olarak seçmek istediğini bilmiyor musun?”
Muhammed Bakır bu bildirimi olumlu karşılayıp, yanıt vermedi. Bayan, otoritesini ve kurmuş olduğu inanç öğretisini tanıyanlardan örgütlü bir güç oluşturup başkaldırdı. Vali Halid b. Abdullah al Kasri tarafından hepsi yakalanıp öldürüldü. (Al Shahristani, Fransızca’ya çev. Jean Claude Vadet: Kitab al-Milal, Les Dissdences De L’Islam (İslam’da Fikir Ayrılıkları). Paris 1984: 267-68)
2. Albailer-Ulailer (Albaiyya-Ulaiyya) ve Mukhammisa
Alba bin Dhira al Davsi’nin (bazılarına göre Al Asadi’nin) yandaşlarıdır bunlar. Bu kişi Ali’yi Muhammed’den üstün tutuyordu. Alba, “Muhammed’i gönderen” ifadesiyle kesin bir biçimde Ali’yi işaret etmekte, yani Ali’yi Tanrı olarak görmekteydi. Öbür yandan, insanları kendisini izlemeye çağırırken, Ali’nin yerine geçtiği yönünde Peygamber'i suçlayarak, onun yaptıkları üzerinde eleştiriler, ayıplamalar yayıyorlardı. Bunlardan ötürü, kendilerine Ahammiyya (Ayıplayanlar) partisi deniliyordu.
Bu partinin içinde aynı zamanda sırayla, Ali ve Muhammed’e Tanrı olarak inanma da vardı. Ali’nin tarısallığı Muhammed’inkinden üstün tutanlara Ayniyya (Ayn harfi partisi, Ayncılar) deniliyordu. Tersine bazıları Muhammed ve Ali’yi bir görüyor; bir başka kesim ise Muhammed’in tanrısallığını Ali’ninki üzerinde biliyor ve bunlara Mimiyya (Mim harfi partisi,Mimciler) deniliyor ve Muhammed’i Tanrı olarak algılıyorlardı. Bir üçüncü parti, Beşler Kümesine, “Manto altındakiler”denilen Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’e, yani Ehlibeyt’e tanrısallık atfediyordu. Bu Beş Kişi, eşit olarak katıldıkları aynı gerçeklik ve ruhla tek birlik oluşturuyor; “Manto yoldaşları ya da manto altındakiler”in biri, diğerinden üstün görülmüyordu. Bu nedenden ötürü, Fatima’ya da onun belirleyici dişiliği verilmiyor ve adının son harfi atılarak ona“Fatim” diye çağrılıyor. İnancın ozanlarından biri şöyle yazıyordu:
“Tanrı'dan sonra, ben dinimi şu beş kişi üzerine kurdum: Bir Peygamber, iki patriach (Hasan ve Hüseyin İ. K.), onların saygıdeğer öğretmeni (Ali İ. K.) ve onunla birlikte Fatim!” (Al-Shahristani, Fransızca’ya çev. Jean Claude Vadet: Kitab al-Milal, Les Dissdences De L’Islam, s. 294)
Al-Kummi’ye (Al-Makalat, s. 55-60, 63) göre ise, 8. yüzyılın ikinci yarısında Küfe’de gelişip ortaya çıkan Gulat’tan, yani aşırılardan Mukhammisa’nın (Pendatistler, yani Beşler Kümesine inananlar) bir çeşidi olan Ulyai ya da Albailer, İmam Cafer Sadık tarafından reddedildiği söylenenen Küfeli aşırı Şii Bashar al-Shairi’nin (Beşir el-Şairi) izleyicileridir. Ulyailerin inançları, Muhammed b. Nusayri’den (ölm. 883) sonra Nusayriler adını alan grubun temelini oluşturur. Daha önce bazı açıklamalar yaptımız Nusayriler’de Ali Tanrılık makamında, Muhammed onun Peygamberi, Salman ise ikisi arasında kapıdır.Ali mana (ilk gerçek anlam), Muhammed ism (bu gerçeğin adı), Salman bab (açıklayacı gerçeğe götüren kapı) olarak nitelendirilir. Bu üçlem Nusayri Alevilerde Ayn-Mim-Sin (A-M-S) başlangıç harfleriyle ifade edilip kutsanır. (İsmail Kaygusuz: Nusayriler Üzerinde Kısa Değinmeler. )
3. Mugiriler (Mughiriyya)
Mugiriler, Mugira b. Said al-İcli’nin partizanlarıydı. Mugira, 5. İmam Muhammed Bakır’ın ölümünden (ölm. 735) yaklaşık yirmiüç yıl sonra İmamlığın, Medine’de ayaklanmış bulunan ve İmam Hasan’ın torunlarından “Pak Ruh” sıfatıyla anılan 17 yaşındaki Muhammed’e geçtiğini ileri sürüyordu. Mugira’nın anlattığına göre, İmam Bakır hep yaşamakta ve hiçbir zaman ölmemişti.
Mugira, Halid b. Abd al-Kasr’ın azatlı kölesiydi. Bu kişi, İmamın ortadan yok olmasının arkasından kendisi imamlığı üstlendi. Daha sonra da Peygamberliğini ileri sürdü ve tapınmasını Ali’ye yönelterek, tüm dinsel yasakları ortadan kaldırmada bundan yararlandı. Mugira kararlı bir antropomorfist, yani insanbiçimci idi. Mutlak Tanrı ona göre, görülebilir biçimde ve alfabenin harflerine benzer organları olan bir bedene sahiptir. Bu biçim, başında nurdan bir taç taşıyan ve kalbinde bilgelik kaynağı bulunan ışıktan bir adam biçimiydi. Al-Mugira, dünyanın yaratılışı üzerine bir yorum geliştirdi:
“Tanrı kendi yüce adını seslendirdi. Bu ad uçan bir kuşa dönüştü ve başına konmak için hemen bir taç biçimi aldı.Mugira’ya göre işte burada, Kuran’daki ayetin (Sure 57 / 1) ‘Evreni ahenkli olarak yaratmış ve biçim vermiş olan yüce Tanrınızın adını heyecanla kutsayın, onu övün!’ biçiminde ifade edilen batıni anlamı yatmaktadır. Bundan sonra Tanrı, sağ eli üzerinde yazılı bulduğu inananların işleri üzerine eğilecektir. O, insanların yorumladıkları günahlar hakkında büyük bir öfkeye kapılacak ve bol bol terlemeye koyulacaktır. İşte bu tanrısal terden, biri acı sulu, diğeri tatlı sulu iki deniz doğmuştur. Tatlı sudan ışıklar, tuzlu-acı sulardan ise karanlıklar oluştu. Bakışlarını ışıklar denizine daldıran Tanrı, içinde kendi gölgesinin farkına vardı. Güneşi ve ayı yapmak için denizden bu gölgenin cevherini topladı. Sonra bu gölgenin geri kalanını, ‘Benden başka bir Tanrı olmamalı. Bir Tanrı varsa o da benim.’ diye bağırarak ortadan kaldırdı. İşte yaratıklarına biçim vermesi bu ışık denizlerinden sonradır; inananları yaratması da ışık denizinden sonradır. Tanrı'nın bunların içinden yarattığı ilk şey gölgeleriydi. Ve yaratılan ilk gölgeler de Muhammed ile Ali’ninkiydi. Onların ortaya çıkışı, zuhuru bütün insan cinsine öncülük etti. Sonra Tanrı göklere, yeryüzüne ve dağlara İmamlık emanetini taşımalarını önerdi. Fakat onlar özellikle Ali İbn Talib’den gelenlerin tümünü reddettiler. Tanrının bu teklifini geri çevirdiler. Sonra aynı öneri insanlara yapıldı. Buna rağmen Ömer b. Khattab ve Abubekir’e angaje oldu. İkisi de Ali’ye ihanet etti…” (Al-Shahristani, al Milal, s. 294-295)
Mugira’ya göre Kuran’ın 33.suresin 72.ayetindeki,
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler… İnsan tek başına emaneti taşıma sorumluluğunu yüklendi. Ancak insan hem adaletsiz hem de bilgisizdi.”
açıklaması bunu gösterir. Yine Mugira’ya göre, Kuran’ın 59. suresindeki 16. ayet ise; “Şeytan'ın insana, ‘Tanrı'yı yadsı’ deyip, onu kandırdıktan sonra ‘senin bu davranışın beni hiç ilgilendirmiyor’ diye söylediği” gibi hareket eden biri olarak Ömer’i tanımlamaktadır.
Mugira ölünce yandaşları bölündüler. Bir kısmı onun yeniden dönüşünü beklemekte ısrar ettiler. Bazıları ise Muhammed Bakır’dan gelen İmamlara inandılar. Zaten Mugira baştan Muhammet Bakır’ın imamlığını tanımış, sonra bu inancı imamın tanrılığını iddia eden bir aşırılığa ulaştırmıştı. Bu yüzden İmam Bakır ondan yüz çevirmişti. Al-Mugira kendisine inanan yandaşlarına bir yazı bırakmış ve bu yazıda İmamın geri döneceğini söylemiştir. Bu dönüş Cebrail ile Mikail’in eşliğinde, Kabe’nin önünde, İsmail’in anıtı ile bu tapınağın güney köşesinde olacaktır. (Al-Shahristan, al Milal, s. 295-296)
Şimdi Mugirilik ve Mugira hakkında Farhad Daftary’nin diğer Heresiograflar’ın yazılarından derledikleri bilgi ve yorumları özetleyelim:
“Muhammed Bakır birçok gulat (aşırı) kuramcıyı yanına çekmiş, Hüseyin soyundan ilk İmamdır. Bunlardan al Mugira b. Said, İcli kabilesine mensup bir Arap ya da yabancı azatlı köle olarak iki şekilde açıklanmaktadır. Heresiograflar, Mugira’nın yaydığı inanç ve düşünceler üzerinde pek çok ayrıntı vermektedir. Bazı çelişkili bilgilere rağmen onun, Ortadoğu'nun İslam öncesi inançlarını kendi öğretisi içerisinde birleştirdiği görülür. Bunlar, özellikle Mandean (Sabin), Manicheist gnostik (Manici marifet) inançların etkisinin yansımalarıdır. Gerçekten al Mugira, yaydığı spiritüalizmi ve açıkladığı düalizmi ile ilk Şii Gnostizminin (marifetçilik) yaratılmasını sağlamıştır. Öğretisinin en ayırdedici özelliği tanrı tanımlamasının anthropomorfik (insanbiçimli) oluşudur. Onun, Tanrı'nın başında ışıktan bir taç taşıyan bir adam olduğu betimlemesi, Nur Kral olarak gösterilen Mandea tanrılık kavramına çok yakından benzerlik göstermektedir. Arab edebiyatında al-Sabi’a (Sabinler) olarak tanınan Mandealar, al-Mugira zamanınıda Güney Irak’ta çok sayıda bulunuyorlardı. Pek azı da Güneybatı İran’da yaşamaktaydılar. Mugira’nın bunlarla yakın ilişkileri olduğu anlaşılıyor.”
“Ayrıca Mugira, Tanrı'nın ışıktan harflerden oluşan organlara sahip olduğu ve bu harfler yaratılış anında konuşan En Büyük Tanrı isminden düşen harflerdir. Bu düşünce, Grek harfleriyle “en yüce gerçeği (AlhQeia)” belirleyen (Valentinus Gnostisizminin örneklerinden biri olan) Marcus gnostik öğretisini açıkça anımsatmaktadır. Ayrıca al-Mugira, dünyanın ve ilk varlıkların yaratılışı konusunda da aynı derecede sözediyor. Onun kozmogonisi dahi, tıpkı anthropomorphizminde olduğu gibi antik gnostik sistemin etkisini yansıtıyor. Ayrıca Kur’an ayetlerini simgesel mecazi yorumlarından da esinlenmiş olduğu gözüküyor. Ama, Mugira kozmogonisinin esas görünüşü, Manicheizm’in temel inancı ışık ve karanlığın arasındaki ebedi mücadele ile özellik kazanan ve iyilik ve kötülükte simgeleşen gnostik düalizminden (ikilemciliğinden) alınmıştır.”
“Al-Mugira, zaman içinde Küfe’de hem Araplar hem de Mevali (yabancı köle ve azatlılar) arasından çok taraftar kazandı. O, yandaşlarını önderlerine ölümüne bağlılık ve müstesna duygularla doldurmuştu. Kendilerine Wusafa, yani Hizmetçiler, hizmet edenler deniliyordu. Aşırı Şiiler arasında inançsal elitizmin kökenini, Mugiriler’de aramak gerekir. Mugiriler’deki seçkinci (elitist) duyguları, onlara inanç militanlığının temelini attırmıştır. Kaynaklar, Mugiriler tarafından terörist yöntemlerin kullanılışına ve Abu Mansur grubunun daha karakteristik olan mücadele yöntemlerine tanıklık etmektedir.” (İslam Heresiograflarından Al-Nawbakhti (Firak, s. 37,52, 54-55), Al-Kummi (al-Makalat, s. 43-77), Al-Ashari (Makalat, s. 6-9, 23-24), Al-Malati (Kitab al-Tanbih, s. 123vd.), Al-Bagdadi, (al-Fark, s. 229-233vd.), İbn Hazm’dan (al-Fisal vol.4, s.184-185) aktaran Farhad Daftary: The Isma’ilis, Their history and doctrines. 2.Baskı, Cambridge University Press 1992: 72-73 ve 588-589)
Bazı yazarlara göre Mugira, 737’de vali Halid İbn Abdullah al-Kasr tarafından Bayaniliğin kurucusu Bayan İbn Saman’la aynı günde, yakalanan taraftarlarıyla birlikte yakılarak öldürülmüştür. Mugira’nın ölümünden sonra Mugiriler, Muhammed an-Nafs az-Zakiyya’ya (Saf-Pak Ruh) bağlanmışlardır. (Moojan Momen: An Introduction to Shi’i Islam. Yale University Press 1985: 52)
3.1 İmam Hasan’ın Torunlarından Muhammed ile İbrahim’in Ayaklanmaları ve Mugiriler
İmam Hasan’ın torunlarından Muhammed Al-Nafs al-Zakiyya hareketi Cafer’in İmamlığının daha ilk yıllarında nüfuz elde etmeye başladı. Bu hareket asıl Muhammed’in babası, baba tarafından Hasan’ın ana tarafından Hüseyin’in torunu olarak‘Pak Ruh’ adını kazanmış Abdullah tarafından başlatılmıştı. Abdullah el-Mehdi bütün Ali ailesi arasında büyük saygı gösterilen Hasan soyluların başıydı. 718’de doğduğu sanılan Muhammed’i, babası daha doğum anında, beklenen Mehdi rolü vererek kendisine ardıl olarak atamıştı. Ayrıca Ali ailesinin, Peygamber gibi Abdullah oğlu Muhammed adını taşıyan ilk üyesiydi.
Bu arada halife Hişam’ın son zamanlarında Emevi yönetimi çökme işaretleri veriyordu. Değişen koşullara dikkat eden ve hemen hemen elli yıldır açık eylemden kaçınmış olan Şiiler, Küfe’de çabucak birçok isyanlar sahneye koydular. Bütün bu girişimler, yeterli örgütlenme ve destekten yoksun oldukları için başarısızlıkla son buldu. 737’de Al-Mugira ile Bayan, İmam Bakır’ın ölümünden sonra güçlerini birleştirerek isyan ettilerse de bir avuç taraftarlarıyla yakalanıp hapse atıldılar. Sonra vali Khalid b. Abdullah’ın emriyle Küfe’de toplu halde yakıldılar. 742’da Abu Mansur, Khalid’in halefi 738’den 744’e kadar Irak’ı yöneten Yusuf b. Ömer’in ellerinde aynı kaderi paylaştı. Bu üç şehit Proto-Alevi önderin taraftarları Mugiriler, Bayani ve Mansuriler Al-Nafs al-Zakiyya hareketiyle birleştiler.
Zeyd’in Küfe’de (740) ve oğlu Yahya’nın Horasan’da (743) başkaldırılarının başarısızlıkla sona ermesinden sonra 744 yılında Medine yakınında al-Abwa’da Haşimiler bir toplantı yaptılar. Bu toplantıda Abdullah al-Mehdi, katılanları oğlu Muhammed al-Nafs al-Zakiyya’ya bağlılık andı içmeye ve onu halifelik için en uygun aday olarak tanımaya ikna etmeyi başardı. Onlar arasında yumuşak davrananlar Abbasoğullarını başı İbrahim ve iki kardeşi geleceğin Abbasi halifeleri Abu’l Abbas ve Abu’l Cafer’di. Sahte bir yumuşaklık gösterisi yapmışlardı. Sadece en saygın bir Hüseyin soylu olan İmam Cafer onun teklifini onaylamadığı bildiriliyor. Abdullah al-Mehdi, Cafer’in muhalefetini, Hasan ve Hüseyin ailesi arasındaki mevcut rekabete atfetmiş olabilir. Oysa Cafer, kendini açıkça hak sahibi İmam olarak gördüğünden beri, ne Hasan soylu kuzenlerinden ne de bir başka Alisoyludan birinin önerilerini kabul etmeğe hazır olmadığını hatırlatmış olmalı. Bu aile toplantısından sonra, Muhammed al-Nafs al-Zakiyya ve kardeşi İbrahim, İmam Cafer dahil Orthodoks Şiiler dışında, yukarıda adı geçen heterodoks proto-Alevi gruplar kadar Muttazili ve Zeydi yandaşlarının desteklediği güçlü bir sefere çıktılar. Ancak hareket uzak görüşten ve iyi örgütlenmeden yoksun olduğundan kolayca yenildi ve Abbasiler tarafından ezildiler.(F. Daftary: agy., s. 75-77)
Olayı biraz açalım: Halife Mansur 758 yılında Mekke’ye yaptığı hac sırasında Abdullah al-Mehdi’yi tutuklattı. İki oğlu Muhammed ile İbrahim, bir yolunu bulup, Aden’den deniz yoluyla Sind’e kaçtılar. Bu tarihi izleyen yıllar içinde Irak’taki Küfe ve Basra kentlerinden işaretler alarak ilişkiye geçtiler. Muhammed al-Nafs al-Zakiyya oğlu Ali’yi yardım için Halid b.Said ile birlikte Mısır’a gönderdi. Böylece İmparatorluğun farklı merkezlerinde ayaklanma hazırlıkları yapıldı. (Henri Laoust: Les Schismes dans l’Islam. Paris 1983: 64) Ali bazı taraftarlar kazandıysa da Mısır valisi Hamd bin Kahtaba’ya güvenmekte yanılmışlardı. Medine’ye dönüp isyanı başlatan Muhammed, Peygamber'in çizdiği model üzerine hendekler kazarak cesaretle kenti savunmuş olan Muhammed yakalanıp öldürüldü (762). Ailesinin bütün malları dağıtıldı.
Muhammed’in kardeşi İbrahim ise Basra’da başkaldırmıştı. Ancak siyasal yeteneği yeterli değildi. Çünkü Basra’yı tamamıyla ele geçirneyi başarmış ve bastırdığı parayla İran ve Susiana üzerinde etkinlik kazanmış olmasına rağmen, Halife Mansur’un sadece birkaç birlikle tutmakta olduğu Küfe’ye karşı hereket etmeğe ikna edilemedi. Halife Mansur’un generalı İsa bin Musa, Medine’deki başkaldırıyı bastırır bastırmaz Susiana üzerine yürüdü. Şiddetli bir çarpışma sonunda bölgenin kontrolunu ele geçirdi. Sonunda İbrahim’in kendisi Küfe üzerine yürümeye karar verdiyse de, Küfe’nin güneyindeki Bahamra denilen yerde İsa’nın kuvvetleriyle 14 Şubat 763 günü yaptığı meydan savaşında öldürüldü. Abdullah al-Mehdi’nin oğullarından sadece Yahya saklanarak kurtulmuş. Halife Mansur (755-775), Halife Mehdi (775-785) ve Hadi (785-786) dönemleri boyunca Yahya bin Abdullah Yemen, Mısır ve Magrip ülkelerini dolaşmış. Irak’tan Horasan’a geçmişti. Daha sonra Harun Reşid (786-809) tarafından başına ödül konup arandı. O da Horasan’da barınamıyarak Transoksiyan’a geçmiş ve bir Türk kağanına sığınmış. Ancak, 790’larda Tabaristan’a giderek Abbasi valilerine karşı kendini güvenceye alabilmişti.
4. Mansuriler (Mansuriyya)
Söz konusu olan, Bayaniler ve Mugirilerle aynı inançları paylaşan Abu Mansur’un partizanlarıdır. Okuma yazmasız olduğu söylenen Abu Mansur başlangıçta Muhammed Bakır’ı İmam tanıyor ve onun çevresinde bulunuyordu. Ancak aşırılığı bahanesiyle, İmam ondan desteğini çekti ve çevresinden uzaklaştırdı. Bakır’ın ölümünden sonra, yerine kendisini İmam tayin ettiğini ilan etti. Düşüncelerini de sır olmaktan çıkardı. Küfe’deki güçlü Banu Kinda kabilesini isyana teşvik etmede başarılı oldu. Sonra peygamberliğini ileri sürerek inancının propagandasını yapmaya başlayınca, Halife Haşim b. Abdülmelik’in valisi Yusuf bin Omar al-Sakafi tarafından çarmıha gerilerek öldürüldü.
Abu Mansur al-İcli’ye göre, Kur’an’ın bir ayetinde (52 / 44) “Dönen gökyüzünden düşen (bu) parça” diye konuşulan Ali’den başkası değildir. Bunu demekle onun Tanrı olduğunu söylüyordu. Mansur imamlığı aldıktan sonra Muhammed Peygamber gibi göğe yükselmiş. Orada Tanrı'yla görüşmüş ve Tanrı başını okşayarak ona, “oğlum yere in ve mesajlarımı orada yay!” demiş. Yere inince Kuran’da denildiği gibi “dönen gökyüzünün parçası” olarak yerdeki görevine dönmüş oluyordu. İnsanın gökten düşen ve Tanrı'dan bir parça olduğuna inanmaları dolayısıyla Mansurilik’in diğer adı ‘parçacılık’ anlamına gelen Kisfıyya’dır. Al-Mansur’un peygamberliğinin var oluşu yeryüzüne inmesiyle hedefine ulaşır. Cennet, Kuran’da konuşulan ve gökten indirilmeye karar verilmiş kişide partiyi kucaklayandan başkası değildir, yani çağın İmamıdır. Aynı şekilde cehennem ise, İmamın rakibi olduğu için, partisine sürekli düşmanlık gösteren kişiydi… Mansuriler böylelikle öbür dünyayı, kıyamet gününü inkâr ediyor; cennet ve cehennemi bu dünya deneyimlerinin söylemi içinde yorumluyorlardı. Partisinin adamlarının rakiplerini acımasızca (boğarak ve kafalarını odun parçasıyla kırarak) öldürdükleri söylenir.
Ayrıca haklarında söylenen bir başka olay da, onların özel mülkiyet tanımadıkları, mallarını ve kazançlarını aralarında paylaşıp, ortaklaşa kullandıklarıdır. Tahmin edileceği gibi, kadınları paylaştıklarını söylemeden geçmiyorlar. Şehristani:
“Mansuriler, diyor kendi öz adlarını değiştirir gibi, dinin yasakları ve zorunluluklarını (koşulları, farz ve sünneti İ. K.) kaldırmaktan başka amaçları olmayan Hurramid’lerdi. Bu kişiler tarafından yazılmış metinlerde belirtilen, onların tanrısal buyrukları artık uygulamamaları ya da daha aza indirmeleriydi. Asıl istedikleri ise bütün dinsel yasalara (Şeriata) bağlılıktan uzak ve özgür kalmaktı. Soruyorlardı: Böyle cennete gidilmez miydi ve bu sayede mükemmele ulaşılmaz mıydı? Belirtelim ki, Mansur al-İcli’nin inancına göre, Tanrının ellerinden ilk çıkan yaratıkların Meryem oğlu İsa ile Abu Talip oğlu Ali’dir.” (Shahristan: al-Milal, s. 297-298; Farhad Daftary: agy, s. 73-75 ve 589 dipnt.74; M. Momen: agy, s.52)
5. Hattabiler (Khattabiyya)
Hattabiler, Abi Zeynep al-Asadi al-Ajda oğlu Abul Hattab Muhammed’den gelirler. Şehristani’ye göre Abul Hattab, Cafer Sadık’ın çok yakın dostuydu. Ancak, Cafer onun aşırı düşünce ve inançlarını öğrendiği zaman, ondan desteğini çekti. Hatta onu lanetledi. Abul Hattab Muhammed’in yandaşlarına da uzaklaşmalarını söyleyerek, onunla ilişkisini kesti. Bunun üzerine, o da kendi imamlığını ilan etti.
Abul Hattab, imamların yalnız peygamberler değil, aynı zamanda tanrılar olduğunu söylüyordu. Kendisinden önce, Peygamberailesinden diğer atalarının bu sıfata sahip olduğu gibi, bizzat İmam Cafer Sadık da ona göre tanrıydı. Onun için, bu imamlar Tanrı'nın çocukları ve çok sevdikleriydi. Yani, Kur’an’daki (V,18) Yahudilerin “Biz Tanrı'nın oğulları ve sevgilileriyiz”iddialarıyla eşleştiriliyordu
Abul Hattab için, peygamberliğin seçildiği tanrısallık ışığı, aynı zamanda imamlığın da seçildiği ışıktır. Ona göre yeryüzü, eğer ışıktan varlıkların oluşturduğu yukarıdaki dünyanın yansımalarından yoksun kalırsa, yaşanacak yer olamaz. Abu Hattab İmam Cafer’i, zamanın Tanrısı olarak tanıyor. Ancak, gözlerimizin görebildiği ve duyularımızın algılamak zorunda kaldığı varlığı, bu isimle göstermek istemiyordu. Tersine, bu aşağı dünyaya, yani yeryüzüne düşme anında Cafer’in, insanların tanıyacağı biçime dönüşmüş olduğuna inanıyordu. Halife al-Mansur’un valisi İsa b. Musa, Abul Hattab’ın yaydığı düşünce ve öğütlerdeki kendileri için tehlikeli olacak önermelerin farkına varınca, Küfe yakınındaki tuzlalarda onu yakalatıp öldürttü. Başkanlarının öldürülmesinden sonra Hattabiler birçok kollara ayrıldılar. (Al-Shahristani: al-Milal, s. 297-298)
5.1 Hattabilik Üzerinde Henry Corbin’in Görüş ve Yorumları
Abul Hattab ilk kez olarak, batıni tipte, yani esotérique ve gnostique hareketi tasarlayan ve örgütleyen bir kişi olarak 8. yüzyılda ortaya çıktı. Kendisi, reddedildiği noktaya kadar, İmam Bakır ve İmam Cafer Sadık’ın çok yakın arkadaşıydı. Aralarında geçtiği anlatılan ciddi bir olay, bu arkadaşlığın yakınlığını belirlemektedir. İmam Cafer Abul Hattab’ın göğsüne elini koyarak ona şunları söylüyor:
“İyi hatırla ve asla unutma: Sen gizli olan şeyi biliyorsun. Sırrımın yüklendiği yer olan bilgimin kasketisin sen. Sana hayatımızı ve ölümümüzü emanet ettim.”
Hattabi öğretisinin büyük bölümü, “İmamın bilgisinin kasketi” ilan edilmiş olan Abul Hattab’a aittir ve İsmailizmin temel düşüncesiyle yakından ilişkilidir. Ayrıca Şii Gnostizminin aşırıları (Gulat, Kızılbaşlıklar) tarafından inanılan görüşler ve bunlara uyum gösteren diğer doktrinler de Abu Hattab’a atfedilir. Örneğin, Alamut reformuna ait son yazmalarda ortaya çıkanlar, bu öğretilerin izleridir. Ayrıca Sufi terminolojisine de girmiştir.
Abul Hattab’ın İmam Cafer’in oğlu İsmail’in “manevi yol babası” olduğu, bunun da Muhammed’in Salman al-Farisi için “anta minna ahl al-Bayt (Sen benim ev halkımdansın)” söylediği hadise dayandırdığı söylenmektedir. Adı da Abul İsmail (İsmail’in babası) olarak geçmektedir metinlerde. Hattabilerin verdikleri kurbanlar ve onların coşkulu ruhlarının verdiği esinler, genç İsmail’i onları desteklemeye götürdü. Hattabilerle ilişkilerinden ötürü Cafer’i, oğlu İsmail’i yadsıma noktasına götürmesi, dehşeti daha da yükseltti. Küfedeki camide toplanmış 70 kadar Abul Hattab yandaşı valinin emriyle orada öldürüldü. 762 ‘de Abul Hattab’ın kendisi yakalanıp idam edildi. Hayatta kalanlar İsmail’e katıldılar ve Hattabiler İsmaililerle aynılaştılar. Kaynakların bildirdiğine göre, yakınlarıyla bir konuşmasında Cafer, Abu Hattab için gözyaşı dökerek aralarında geçenleri anlatmış. Ama sır dramının ne olduğunu bilen yoktur. 1
Abul Hattab’ın öğretileri ve Hattabilik ekolü, aşağıda sırayla göreceğimiz gruplarda yaşadığı gibi, daha sonra genişçe açıklayacağımız Umm al-Kitab’ıyla zamanımıza kadar korunmuştur. Orada, İsmaili Aleviliğinin, İmam Cafer oğlu İmam İsmail için canlarını veren Abul Hattab’ın çocukları (farzandan), yani onu izleyen yetiştirdiği çömezleri tarafından kurulduğu özellikle ifade edilmektedir. (Henry Corbin: “Nasır-ı Khusrav and İranian İsmailism” The Cambgidge History of Iran IV, Cambridge University Press 1975: 526-528; Histoire de la Philosophie Islamique, Paris 1974: 116; M. Momen: agy, s. 52-53; F. Daftary: agy, s. 111-112)
5.2 Mu’ammariler (Muammariyya)
Abul Hattab’dan sonra bazıları imamlığın Mammar ya da Mu’ammar İbn Haytam adında, hububat satıcısı bir kişiye geçtiğine inanıyor. Abul Hattab’a duydukları sevgi, bağlılık ve inancı ona gösteriyorlardı. Mu’ammar’ın partizanları, dünyanın sonsuzluğuna inanıyor ve bu aşağı dünyada, yani yeryüzünde tadılabilen sağlıklı yaşam, başarı ve mutluluk dışında bir cennet bulunmadığını ileri sürüyorlardı. Ayrıca dünyamızdaki mutsuzluklar, acılar ve kötülüklerin yarattığı cehennemi tersine çevirmeyi, yok etmeyi düşünmekteydiler. Şarap kullanma ve zina gibi kaldırmış oldukları dinsel yasakların hiçbirinden dolayı kimseyi cezalandırmazlardı. Namazı ve diğer ibadetleri ortadan kaldıran bir inanç oluşturmuş. Adını Mu’ammariyya(Mu’ammarilik) takmışlardı.
5.3 Buzaygiler (Buzahgiyya)
Abul Hattab’dan sonra Buzaygh b.Musa’yı imam tanıyan diğer bir grup vardı. Bunlar da Cafer’in Tanrı olduğunu ve insanlara görünmek için insan biçimi aldığına inanıyorlar. Onlar bütün inananların tanrısal esin (vahiy) almaya uygun olduklarını söylüyorlardı. Kur’an’ın (10 / 100) “Hiçkimse Tanrı izin vermeden inanamaz. O akıllarını kullanmıyanları murdar kılar” ayetini yorumlayarak bu anlamı çıkarıyorlardı. Burada bir çeşit vahiy vardır demek istiyorlar. Buzaygh, bundan başka Kuran’ın (11 / 68?) “Ve Tanrınız arılara bile vahiy gönderdi” ayetini de anımsatmaktadır. Aynı zamanda o, kendisini izleyen yoldaşları arasında Cebrail ve Mikail gibi meleklere tercih edilebilir insanlar bulunabileceğini onaylamaktadır. Ayrıca, mükemmelliğe ulaşan bir adamın da öleceğini söylemekteydi. Sonuçta, yollarının sonuna ulaşmış ve tam gerçek insanlık boyutunu (plein-vrai stature du Fils de l’home = İnsanoğlunun gerçek boyutu, Paulinisme’de, sonsuz Işık dünyasıdır. J-C. Vadet) elde etmiş olanlar, ölümleri esnasında göksel krallığa geçmekten başka şey yapabilirlerdi. Bütün Buzayghi partizanları, ölmüş olanlarla ticaret (pazarlık) yaptıklarını ve onları“günün başlangıcından sonuna kadar” (Kur’an 19 / 11) beden gözleriyle gördüklerini iddia etmekteydiler. (Al-Shahristani: al-Milal, s. 298)
5.4 Umayriler ya da İcliler (Umayriyya-İcliyya)
Abul Hattab’dan sonra bir başka grup, Umayr bin Bayan al-İcli’yi izleyenlerden oluşuyordu. Kendisi Küfeli bir saman satıcısıydı. İcli’nin öğretisi Buzaygh’inden hiç de farklı değildi. O da imamların öldüğünü kabul ediyordu. Bütün bu ayrılıkçılar, Küfe halk meydanının ortasında, içerisinde Cafer Sadık’a tapındıkları bir çadır kurmuşlardı. Yezid b. Umar b. Hubayra hükümetine ihbar edildiler. Onun buyruğu üzerine Umayr yakalanıp Küfe meydanının orta yerinde darağacına asıldı. (Al-Shahristani: al-Milal, s. 299)
5.5 Mufaddaliler (Mufaddaliyya)
Hattabiler içinde son bir kol daha vardı; Mufaddal al-Sayrafi’nin partizanlarıydı bunlar. Kendisinin sarraf olduğu ve bazı kitapları bulunduğu bilinmektedir. Mufaddal’a atfedilen yapıtlardan en tanınmışı “Kitab al-haft wa’l-azilla” İmam Cafer’in görüşlerini yansıtmaktadır. Bunlar da Cafer’i, Peygamberden daha üstün, yani Tanrı gibi görüyorlardı. Bu kola Mufaddaliyya denilmekteydi. Gerçek olan şu ki, İmam Cafer bu ayrılıkçı aşırıları çevresinden uzaklaştırıp, onlardan desteğini çekmiştir. (Al-Shahristani: al-Milal, ibid.)
5.6 Gurabiler (Ghurabiyya)
Şehristani’de geçmeyen bir Hattabi grubundan daha söz etmektedir bazı kaynaklar. M. Momen’in (agy, s. 53) tesbitine göre Gurabiler, Muhammed ile Ali’nin, bir kuzgunun diğerinden ayrılamıyacağı gibi ikisini bir tutarlar. Adları da bu ghurab(kuzgun) sözcüğünden gelmektedir. İnanışlarına göre Cebrail, Tanrı'dan Ali için vahiy getirdiği zaman yanlışlıkla Muhammed’e vermiştir.
6. Heterodoks İslamın / Proto-Aleviliğin İlk Yazılı Kaynağı Ummu’l-Kitab ve Wilademir İvanow’un Değerlendirmesi
W. İvanow’un verdiği bilgiye göre, Ummu’l-Kitab’ın bilinen en eski versiyonu, St. Petersburg Rusya Bilimler Akademisi Asya Müzesi’ndedir. 1879 yılında Pamir İsmailileri arasında Shughnan’da bulunmuş olan kitap, küçük boyda 210 elyazması sayfalık (folios) ve eski Farsça (Pahlavi) dilinde yazılmıştır. Kitabın ilk baskısı 1914’te I. I. Zaroobin tarafından bu kopyaya dayanılarak yapılmıştır. Bombay’da bulduğu iki kopyanın da yardımıyla W. İvanow, bazı karşılaştırma ve tamamlamalarlaUmmu’l-Kitab’ın metnini bütünleyerek önce Revue des Etudes Islamiques (1932: 419-482)’de ‘Notes sur l’Ummu’l-Kitab’ başlığıyla geniş bir makale, daha sonra 1937’de ‘Der Islam’ (Zeitscrift für Geschichte und Kultur des Islamischen Orients) da yorumları ve gramer düzeltmeleriyle birlikte tam metni yayınladı. Bu Ummu’l Kitab metni 1966 yılında P. Filippani-Ronconi tarafından ilk kez bir Batı diline (İtalyanca) çevrildi.
W. İvanow, bu özgün kitabı 10 ve 11. yüzyıla tarihlemesine (hatasına) rağmen, içeriğinin İran körfezi çevresindeki Karmati inançlarının yansımaları olduğu ve özellikle kitapta İmam Bakır’ın hocası olarak adı geçen kişinin Abdullah İbn Saba adını taşıdığı yönünde saptamaları oldukça önemlidir. Ayrıca Ummu’l-Kitab’dan sonra, dai Mansur al-Yaman tarafından 870’lerde yazılmış Risalat al Alim wa’l Ghulam adlı eserle yakınlığının belirtilmesi geçerli bir önem taşımaktadır.
Ummu’l Kitab’ın yazılış tarihini yukarıda söylendiği gibi İvanow 11. yüzyılın başlarına, H. Corbin 8. yüzyılın ortalarına götürürken, Madelung ise kitabın son biçiminin 12. yüzyılın başlarında alındığına inanmaktadır. Bu kısa açıklamadan sonra F. Daftary şunları söylemektedir:
“Gnostik efsane biçiminde düzenlenmiş Ummu’l-Kitab’ın terminolojisi ve kozmogonyasını (Evreninin yaratılış kuramını) inceleyen son bilimsel araştırmalar (E. F. Tijdens, ‘Der Mythologisch-gnostisch Hintergrund des Ummu’l-Kitab’ Acta Iranica, 16 (1977): 241-526 ve H. Halm: Kosmologie und Heilslehre der Frühen İsmailiyya. Wiesbaden 1978: 142-168), Mukhammisa adını taşıyan eski bir aşırı Şii grup tarafından yaratıldığı sonucuna varmaktadır. Bu sonuncuyu, ruhun bir bedenden diğerine geçmesi gibi inancın kuramsal özelliği ve ayrıca kitapta gnostik adı Salsal olan Salman al-Farisi desteklemektedir. Gerçekten Salman ve Abul Hattab birlikte, metinde kutsal bir formül içinde tekrar tekrar zikredilmektedir. Mukhammisa ya da Pendatistler (yukarıda belirttiğimiz gibi İ. K.), 8. yüzyılın ikinci yarısında Küfe’de ortaya çıkmış ve Al Kummi’ye göre Hattabi gruplardan biriydi. Onların inancında Muhammed, beş farklı kişide, yani Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’de gözüken Tanrı'nın kendisiydi. Ayrıca onun Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa olarak ortaya çıkmış olduğuna, Salman’ın da daima Bab (kapı) olarak yanında bulunduğuna inanıyorlardı…” (F. Daftary, agy, s. 100-101)
Aslında Daftary’nin iddia ettiği gibi yeni araştırmalar, Henry Corbin’in Ummu’l-Kitab üzerindeki saptamalarından fazla ve değişik birşey getirmemiştir. Onun bu kitap hakkında verdiği bilgiler ve birkaç yapıtından derlediklerimizi yazmadan önce, W. İvanow’un Ummu’l Kitab’ın anlaşılmasına kolaylık olsun diye hazırlamış olduğu ‘sorular tablosunu’ vermek yerinde olacak. Bunlar, orijinal metindeki sayfa numaralarıyla birlikte, kitabın yanıtlarını verdiği, açıklamalarını yaptığı bir çeşit konu başlıkları niteliğindedir: