1. Musahipliğin Tanımı
1.1 İnançsal Tanımlama
Alevi-Bektaşi inancındaki toplu tapınmanın adı olan cemin birincil önemde kurumu, musahipliktir. Tapınma (ibadet), toplumun üst yapısını oluşturan değerler ve kültür katlarından dinsel inançların baş öğesidir. Genellikle kişinin, kendi inancının Tanrı’sına yaranması, kendini iyi kul olarak kabul ettirebilmesi için, gösterdiği davranış ve hareketlerin bütünü olarak tanımlanır. Tapınma, inanan bireyle Tanrı arasında bir anlaşmaya varma ve bağ kurma eylemidir. Biraz açarsak; Tanrı’ya yaranma ve onun hayırlı kulu olup, ölüm ötesindeki cezalardan kurtulma ve cennetin nimetlerinden yararlanma amacı taşır.
Ortodoks İslamın (Sünnilik) tapınmaları bireyseldir. Heterodoks İslam olarak Alevilik-Bektaşilik tapınmayı bireysellikten çıkarmış, anlamını değiştirmiştir. Alevinin Kuranıkerim’i de rahmanı da insandır ve tapınması onadır. Gördüğü Tanrı’ya tapar.“Tanrı’yı görmeseydim tapmazdım ya da görmediğim Tanrı’ya tapmam.” (Ali. ölm. 660) ve “Tanrı’yı kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrı’dan bildik. Okunacak en büyük kitap insandır” (Hacı Bektaş Veli) sözleri ile şu dizelerin anlamı, gün gibi açıktır:
Mülk yaratıp dünya düzen, ol bahçevan hemen benem
Halk içinde dirlik düzen, dört kitabı doğru yazan
Ağ üstünde kara düzen, ol yazılan Kuran benim
Kafirdürür inanmayan, evvel ahir heman benem
(Yunus Emre, ölm. 1320/21)
Meğer ilmim noksan imiş bilmedim
Ben insandan başka ilah arardım
Meğer insan ilah imiş bilmedim
(Âşık Daimi, ölm. 1980)
Aleviler, toplumsallaştırmış ve yönünü yaşama, nesnel dünyaya çevirmiş oldukları tapınmalarında, akılcı kurumlar yaratıp bunları işletmişlerdir.
İşte, bu akılcı ve nesnel inanç kurumlarından biri olarak musahiplik, tüm kurum ve erkânları (kurallar kümesi) ve de zengin çeşitliliğiyle Alevi toplu ibadetini oluşturan ceme giriş–kabul ediliş eylemidir. Alevilikte, yola gitmeye talip (istekli) ya da istek uyandırılmış çiftler (evlilerse eşleriyle birlikte), rehberin (yol gösterici) öncülüğünde, Ali postunda (makamında) oturan pir–mürşit (öğüt vericiaydınlatıcı dede) huzurunda, ikrar verme töreninden geçer. Bu törene, aynı zamanda “musahip olma, kardeşlik olma veya tutma, yol kardeşi olma, ikrar verme, nasip alma vb.” adları da verilmektedir. Musahip olanlar, artık yola birlikte girerler; birlikte tapınırlar. Birlikte dara durup, sorgu-sualden geçer, yargılanırlar. Birlikte yaptıkları kabahatlerin, kötülüklerin hesabını verirler. Birlikte lokma yer, dolu içer ve coşarak semaha dururlar.
Şah Hatayi’nin birkaç beytiyle inançsal tanımlamayı sonlandıralım:
Dinim içinde imanımdır musahip
Gönül tahtında sultandır musahip
Yolumuz incedir varabilene
Sefil gönlünde mihmandır musahip
Musahip tutmuş, yol kardeşi olmuş ve Muhammed–Ali yolunun gerçek talibi olarak ceme katılan çiftler, yeni bir erdem ve ahlaki ortama girmişlerdir. Rehbere teslimden itibaren başlayarak, burada sahip olacakları moral (ahlaki) kazanımları, Şah İsmail Hatayi, bir nefesinde şöyle dillendiriyor:
Ne yitirdin ararsın sen burada
Gel ey talip özün kul eyleyigör
Yoklamada bile olup sırada
Gel ey talip özün kul eyleyigör
Marifete üçyüz altmış bag eyle
Kırk makamı dört kapıdan fark eyle
Gel ey talip özün kul eyleyigör
Bir can bir cana özenip gelince
El uzatmayınca etek turulmaz
Rehberinden tövbe okunmayınca
Yuyma anı insanlığı bilinmez
Hak Cemi’ne el-ayaksız girilir…
Yani sürünerek, mecazi anlamıyla benliğinden sıyrılarak “Hakk cemi”ne girilir. Ama “Hakk cemi”ni yürüten pirin–mürşitin ve bu cemi oluşturan topluluğun huzuruna, musahipsiz çıkılmaz. Çünkü Alevi:
Musahip olunca özünü bulur
Kahrı küfrü hep iman olur
Hak katına el ayaksız varılır
Aşinasız bir iş dürüst olamaz
Alevi toplu ibadetine “Hakk cemi” denildiği gibi, pir huzuru da “Hakk katı” ile eşleştiriliyor. Alevi-Bektaşi inancında “ikrar verip nasip alma; yani, musahip tutma” töreni, aynı zamanda bir “miraç” (Tanrı’yla buluşma) olarak değerlendirilir. Musahiplik törenlerinde “miraçlama” nefesleri okunur. Hatta tören bittiğinde “miracın kutlu ya da mübarek olsun” diye birbirlerini kutladıkları bilinir. Ancak ortodoks İslam (Sünni) inanç ve anlayışına tamamıyla terstir. Onlar bunu, mülhidlik (dinden çıkmış) olarak değerlenmektedir. Pir-mürşit huzuru, “Hakk katı” olduğu gibi İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’na göre, pirlerinin, mürşitlerinin evi, Mekkeleridir. Onları ziyaret edenler, binbir kere hacı ve gazi olurlar ve günahlarından kurtulup, masum-u pak olurlar. Zaten cemi de büyüğün-küçüğün, güzelin-çirkinin birbirine eşit sayıldığı, kimsenin kimseden üstün olmadığı cennet olarak tanımlamaktadır, Buyruk.
Toplu ibadetin (cemin) müminleri melek, Müslimleri (bacılar) huridirler. Böyle bir ortama giren musahip çiftler, benliğini öldürmüş, bireysel çıkarlarından, kendi nefsinden uzaklaşmış bir can bir vücut olarak bu Tanrısal ortamda yeniden doğmuşlardır. Bu ortamda ben–sen, biz–siz kalkmış; herkes var, hepimiz vardır. Mürşit veya pir ve hanımı (anabacı) ana-baba, cemdeki herkes bacı-kardeştir. Eşler olsun, evlat-baba olsun herkes, birbirini eşit bir biçimde sorgulayabilir. Bu bağlamda, dede diye tanımlanan cem yürütücü mürşit veya pir de sorgulanmaktan sıyrılamaz. Hakk katında da oturmuş olsa, böyle bir dokunulmazlığı yoktur: “Eşikte oturan da döşekte (postta, makamda) oturan da birdir!” Demek ki musahiplik, benliğini öldürerek hiçbirşeyi nefsine çekmeme, eliyle–diliyle–beliyle kimseye zarar vermeme ve “yetmiş iki millete aynı gözle bakma”, ahlaki formasyonlar kazanmaktır. Yüce erdemler sahibi insan-ı kâmil olma yolunda yürümektir.
Alevilik toplu tapınmasının bir kurumu olarak musahiplik, aynı zamanda sosyo-ekonomik yaptırımlar, yükümlülükler ve kazanımlar birleşimi ve bütünleşmesidir. Musahip kardeşler, kanbağı kardeşliğinin çok ötelerinde, birbirlerine ve topluma karşı inançsal ahlaki ve ekonomik sorumluluklar ve yaptırımlar yüklenmiş akrabalara dönüşmüşlerdir.
Şimdi, anonim İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’ndan musahip tutmanın önemi, bu akrabalığın bazı koşulları ve sosyo-ekonomik kazanımlarına ilişkin birkaç alıntı okuyalım:
“Sufi musahip olmak erkân-i kadimdir… Her can musahip ola. Ne maldan, ne candan ve ne de haldan birbirinden saklısı gizlisi olmaya ki, iki cihanda yüzleri ak, sözleri saf ola… Bir talip musahipinden malını men eylese munafıktır, hayırları kabul olmaz. Musahipin evine musahip teklif ile varmak ve malın teklif ile yimek erkân değildir. Musahip musahipin kardeşidir. Ve musahip musahipe teslim olmazsa musahip değildir. Musahip ehli arasında birlik gerek, ikilik gerekmez. Ben–sen demeyi ortadan kaldırıp, bir dilden ötüp ve dört kapıda kamil olur. Tarikat ve Hakikat yolunda bir olmazlarsa musahip olamazlar ve ikrarları caiz olmaz.” (Krş. Aytekin 1958: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar)
Buyruk’taki bu kuralları Pir Sultan Abdal’ın bir nefesinden de izleyebiliriz:
Musahip musahipe demezse beli
Ona şefaat etmez Muhammed Ali
Dünyada ahrette eğridir yolu
Söyleyen Muhammde dinleyen Ali
Şahı Merdan durağını duyura
Yedi tamu narın ona buyura
Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
Atayla bozulan peygamberle kinlidir
Mihmanla bozulan yedi dinlidir
Söyleyen Muhammed dinleyen Ali
“Ölmeden önce ölünüz. Mahşer olmadan hesabınızı görünüz. Ama nasıl olmalı dersen; yani sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün. Yani musahip tutup, onunla sırat-i mustakim üzere yola gidip malı mala canı cana katıp, birbirine teslim olup yılda bir kez Peygamber vekili, Cebrail Hak vekili Pir’in yamacına geçtiğinde, kabirde–mahşerde olacak sualleri Pir ona sual ede. Ol talip, fiili her ne ise Pir’e ilam ede, bildire! İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akran ve emsali ve münasibiyle musahib olmak erkândır… Ve alim cahil ile musahip olmak erken değildir; alim şahindir, cahil kargadır. Zalim ile mazlum da musahip olmak da… İmdi zalim kurttur, mazlum koyundur… Sipahi ile rençber musahip tutmak erkân değildir. Zira sipahi kurttur, rençber koyundur. Ehl-i sanatlar ile avareler, evli ile bekarlar, mürşid ile talip musahip olmak erkân değildir. Ve yiğitlerle kocalara erkân değildir birlikte musahüb olmak; kocalar kıştır, yiğitler bahardır… İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akranı ve emsaliyle musahip olmazsa tuttukları ikrar fasihtir ve hayırları kabul değildir.” (Krş. Aytekin 1958: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar)
İkrar verip musahip tutma, farklı bir toplum yaratma destanıdır. İnanç ve tapınmayla atılan temel üzerinde yükselen yapısıyla, soyuttan somuta giden yol izlenerek, herşey havadan yere indirilmiş ve ahiretten dünyaya taşınarak nesnelleştirilmiştir. Sadece şu birkaç alıntıda bile, Alevi toplumunun bin yılı aşkın zamandır varlığını sürdürebilmiş olmanın gizi yatıyor. Düşününüz ki, kanbağı kardeşlikten çok üstün tutulan “yol kardeşliği olan musahiplik” ile tüm yerleşim biriminin bireyleri birbirine bağlanmıştır.
2. Musahipliğin Söylencesel ve Tarihsel Kökenleri
Alevi-Bektaşi inanç geleneği, bir talibin ikrar verip musahip tutması, yani ceme, Muhammed–Ali yoluna girmesini (törenini), Muhammed’in miraç dönüşünde Kırklar Meclisi’ne kabul edilişine bağlamaktadır. Bunun içindir ki, “Görgü cemi”, diğer adıyla “Ayin-i Cem”e (Bu gerçek inançsal cemin dışında, eğitici-öğretici karakterli Abdal Musa cemi, Oniki Hizmet Görme ya da Muhabbet Cemleri vb. adları altında temsili cemler de yapıldığını vurgulamak gerekir) “Kırklar cemi” de denir.
2.1 Musahipliğin Kökeninin Kırklar Meclisine Bağlanması Üzerine
Anonim İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda, musahipliğin kökenine ilişkin birçok göndermeler bulunmaktadır. Örneğin, Kırklar Meclisi’ne ilişkin anlatılanlar, yani Muhammed’in miraç dönüşünde bu meclise kabul edilişi sırasında yapılan “Kırklar cemi”nin, hem “Görgü cemi”, hem de musahiplik töreninin kökenini oluşturduğu görüşü, söylencesel (efsanevi, mitolojik) anlatım biçimiyle akılcı (rasyonel) kabul edilemez. Ancak, derinliklerinde nesnel gerçek yatmaktadır. Onu derinlere iten akıldışı örülmüş duvarları sökerek, hayali ve doğaötesi konulmuş taşı-toprağı temizleyerek ortaya çıkarmak gerekir.
Mélikoff, musahipliğin kökeni konusunda,
“Nasıl ki Âyin-i Cem, Kırkların Cem’i olan Arş’da yapılmış bir merasimin yerde tekrarlanışı ise, Musâhip merasimi de, zaman ve mekan ötesinde yapılan bir merasimin yeryüzündeki izdüşümüdür” (Mélikoff 1993: 93-94)
diyor. Geleneksel din ve inanç bağlamında ve tamamıyla idealist bir yargı bu. Biz, ne Kırklar Meclisi’nin göksel bir meclis olduğunu ve ne de musahip töreninin, zaman ve mekân ötesinde yapılmış bir merasimin izdüşümü gibi gösterilmesini, kabul edebiliriz.
Bilim adamının söylencelere yaklaşımı ve yorumu bu tür olması doğru mudur? Bir dedenin ve sıradan bir gelenekçi Alevinin inanç ve düşüncesinden farklı olmayan bir yaklaşımdır bu, bizce. Yaklaşımın dayandırıldığı anachronic efsanevi öyküde Cebrail’in, onlara helva pişiren meleklerin tanıklığında, Adem’in beline kuşak (kemerbest) bağlayarak musahip oldukları anlatılır. Helva ve ekmek yerler. Ayrıca orada bulunmayan Havva’nın lokmasını ayırırlar. Birden çağlar aşılıp Muhammed Peygamber ve Ali zamanına gelinir. Cebrail, Tanrı’nın buyruğunu Peygamber’e ulaştırır. Sonra Muhammed–Ali’ye kuşak kuşatıp, onları musahip yapar. Sonra Muhammed, birlikte minbere çıkarak, Ali’yi kendi gömleğinin içine sokar ve bir can, bir vücut olurlar. Burada Muhammed, “Ya Ali! Etin etimden, ruhun ruhumdan, cismin cismimden ve kanın kanımdan” der. Sonra Muhammed’in huzurunda Ali, Selman-ı Farisi’ye ve Kanber’e kemerbest bağlar. Arkasından peksimet yağ ve helva gelir. Orada bulunmayan Fatıma ve oğullarına payları ayrıldıktan sonra, lokmayı paylaşarak yerler.
Buyruk’taki, “…Ve musahip olup iki gönlü bir etmek ve bir gömlekten baş çıkarmak, Muhammed ile Ali’den kaldı vb.”söylemleri de sadece, musahiplerin bir can, bir vücut olduğu vurgusunu kuvvetlendirir. Yukarıdaki öykünün ikinci bölümü bunu işaret etmektedir. Musahipliğin kökenini anlatmaktan uzak ve Kırklar Meclisi’yle de ilişkili değildir. O çok iyi bilinen, “Veda Haccı” sırasındaki Gadiri Hum olayının, İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’na söylencesel yansımasıdır bu. Bilindiği gibi olay, Peygamber’in ölümünden yaklaşık bir yıl önce gerçekleşmiştir. Muhammed’in, Ali’yi kendisine ardıl (halef) tayin ettiği (tartışılan) olaydır. Musahipliğin kökeniyle de hiçbir ilgisi yoktur.
Görüldüğü gibi ne bu tarihsel olayın ve ne de miraç ile ilişkili gösterilen Kırklar Meclisi’nin göksel, yani metafizik bir yanı yoktur. Akılcı düşündüğümüzde, o dönemin sosyo-ekonomik ve siyasal koşullarını göz önünde tutarak baktığımızda, Kırklar Meclisi’nin ya da en azından gizli bir meclisin var olduğu gerçeği yadsınamaz. Muhammed’in miracı, İslam tarihçilerine göre 618 ile 620 arasına tarihlenebiliyor. Bu yıllar, Peygamber ve kabilesinin, İslama ilk inananların, en sıkıntılı ve baskı gördüğü yıllardır. Ekonomik boykot içinde olduklarından, büyük yoksulluk ve açlık çekiyorlardı. Çünkü, birkaç yıl önce varlıklı karısı Hatice ve hemen arkasından, Müslüman olmamasına rağmen, kabile yasalarına göre, kendisini koruma altına almış olan amcası Ebu Talip de ölmüş bulunuyordu. Yine kabile geleneklerine göre talep ettiği “aman hakkı”nı Mekke’de hiçbir aileden alamayınca, Taif’e göç etme girişiminde bulunmuş; ama taş ve sopalarla karşılanmıştı. Muhammed buradan, ölen karısı Hatice’nin akrabalarının verdiği “aman hakkı” ile Mekke’ye geri dönebilmiş ve işte onların korumalığı altında bulunurken, miraç olayı yaşanmıştır.
Son üç yıl içinde, Yesrib’li (Medine) hacılar aracılığıyla, “Üç Akabe Biatı” anlaşma ve konuşmaları sonunda, 622 yılında Medine’ye göç etti Muhammed. Büyük olasılıkla Kırklar Meclisi, bu baskı ve sıkıntılı yıllarda, çok gizli çalışmalar gerektiren yıllarda kurulmuş ve görev yapmıştır. Başlarında 20–22 yaşlarındaki Ali’nin bulunduğu, hem Peygamber’i koruyan (Ali’nin, Peygamber’in evini basarak öldürmeye gelenlere, onun yatağında yatıp, hayatını ortaya koyarak karşı durduğunu anımsayalım), hem çeşitli yollarla abluka altındaki Müslümanlara yiyecek içecek sağlayan ve Yesriblilerle ilişkileri geliştiren; etkinliklerini ve toplantılarını gizli yürüten bir örgüttü. Muhammed’in miraç dönüşünde ilk kez bu meclise uğrayıp, yaşamış olduğu göksel visionu onlara anlatması ve onlardan Tanrı’yı gördüğünü herkese yaymalarını istemesi de misyonun bir parçasıdır. Bunların arasından oniki kişinin tebliğci olarak Hicret olayından önce Medine’ye gönderilip, onlara İslamı öğrettikleri, orada bir Müslümanlar kolonisi kurdukları biliniyor.
Mekke gibi zengin ticaret toplumunun, kutsal inançları ve tüm değerler sistemini altüst eden İslam dininin ilk mensupları, elbetteki gizli bir örgüt gibi çalışacaktı. Bu bağlamda araştırmacı ve tarihçilerin, olayın bu yönünü görmek istemeyip, Kırklar Meclisi’ni ya toptan yadsımaları, ya da hayali “göksel meclis” gibi değerlendirmelerini doğrusu yadırgıyoruz. Bu gizli meclis, özellikle Mekke ticaret aristokrasisi dışındaki yoksul kabile mensuplarını, Bedevileri ve yerliyabancı emekçi köleleri İslama çekebilmeleri için, yeni ve eşitlikçi, paylaşımcı bir sistemi öngören inanç ve toplu tapınma kurallarıyaratmışlardır. Bu bir avuç insan, din kurucusunun önderliği ve kendilerini güvencede tutacak bir hizmet dağılımında, gizlice toplanıp, tapınıyor; konuşup, tartışıyor ve kendi kendilerini eğitiyorlardı. Öbür yandan Hicret (göç) etmeye karar verdikleri, Yesrib (Medine) tarımla uğraşan bir kabileler konfederasyonuydu ve toprağı ortak kullanıyorlardı. Ayrıca bazı kabileler Musevi olduğu gibi aralarında yaşayan Hırıstiyanlar da bulunuyordu. Bu nedenlerden dolayı, sığınma durumunda kalacakları bu topluma uygun değerler de geliştirmeliydiler. Böylece “Kırklar” söylencelerinde günümüze kadar ulaşan (o simgesel) bir üzüm tanesini kırka bölmek ya da ezip şerbet yaparak, kırk kişinin tatmasını sağlayacak bir bölüşümcülük ve birine neşter vurulunca hepsinde aynı acıyı duyuracak, kan çıkartacak kardeşlik ortamı oluştu bu mecliste. İçlerinde Selman-ı Farisi gibi Zerdüştlüğü–Mazdekizmi, Manihaizmi, Musevilik ve Hıristiyanlığı çok iyi bilen, bu dinlerin bir kısmına girip çıkmış, bilge öğretmen ve annesi Bizanslı bir köle olan Musab b. Umeyr gibi, bir başka tebliğci öğretmen vardı. Bu sonuncusu, Peygamber’den önce Medine’ye gidip, orada bir İslam cemaatı kurarak ortamı hazırlayanların başında geliyordu. Demek ki, ancak Kırklar Meclisi’ni gökten yere indirip, tarihsel nesnelliğe kavuşturduğumuzda, görgü cemi ve musahiplikle köken ilişkisi, akılcı bir taban bulur.
Sözünü ettiğimiz Mekke ortamı içerisinde, miraç olayıyla birlikte gizlice yeni değerler geliştirmiş olan bu meclis, düşünce, birikim ve deneyimlerini Medine’de Muhammed peygamberin yönetiminde uyguladı. Ünlü “Medine Vesikası”nın ikinci maddesiyle, tarihe mal edildi. Böyle bir meclisin Mekke denemelerinden, etkinliklerinden hiç söz etmeyen, ki zaten Sünni İslam araştırıcılarının Kırklar Meclisi’ nden söz edenlerine şimdiye kadar rastlamış değiliz. Peki Alevi inanç geleneğine neden girmiş ve nasıl bugüne kadar gelebilmiştir? Bu, hiç sorgulanmadan yadsınmıştır. Çünkü, heterodoks İslam (Alevilik) tarihine, hep ortodoks açıdan bakılmıştır. Ortodoksizmin (Sünniliğin) inanmadıkları kurumlar, yok sayılagelmiştir. Muhammed Hamidullah bu uygulamayı şöyle anlatıyor:
“Mekkeli muhacirler için Hz. Peygamber bir genel toplantı tertipledi. Bu toplantıda her çalışan, eli iş tutan Medineli Müslümanın (Ensar), bir Mekkeli Müslümanı (Muhacir) ‘kardeş edinmesi’ teklifinde bulundu (Muahat Anlaşması). Buna göre iki tarafın aile mensupları, bu suretle ortaklaşa çalışacak, kazanacaklar ve hatta öz kardeşler, yeğenler ve başka akrabalar bertaraf etmek suretiyle birbirlerinin mirasçısı olacaklardı. Herkes gönül rızasıyla teklifi kabul etti. Peygamber çeşitli yeteneklerin dengeli bir biçimde eşleştirilmesi için, bu kardeşleştirme hareketini bizzat idare etmiştir. Bulunan bu çare, bu usül senelerce devam etmiş…” (Hamidullah 1992: 102-103)
Bu, çok büyük olasılıkla, Mekke’de de yapılmış olan yeni dine, İslama giriş töreni olabilir. Aynı zamanda bir çeşit mal ve can ortaklığında güvenceye alınmış, kurumlaştırılmış toplumsal ve ekonomik kardeşlik, akrabalıktır. Mekkeli ticaret adamı Abdurrahman Avf’a, onunla kardeş olmak isteyen Medineli tarafından yapılan; ancak, onun kabul etmediği ve günümüze ulaşmış teklif oldukça ilginç görülmektedir:
“Benim arazim şudur; yarısı senin, yarısı benim. İki zevcem var birini seç, boşayayım sen onunla nikahlan! Hattap oğlu Ömer ise, kardeşleştiği Medinelinin tarlasına çalışmaya giderek, onu Muhammed’in hizmetine ve onun tebliğlerini dinlemeye göndermiştir. ” (Engineer 1980: 97, 99-105)
Bazı kaynaklara göre, ilk yıllarda Muhacirin ve Ensar’dan kardeşlik sözleşmesi yapan kişilerin 45 (yani 90 kişi kardeşleşmiş), bazılarına göre 150 (bu sayıya göre kardeşleşen 300 kişidir) olduğu söylenir.
Konuyu daha fazla uzatmadan diyoruz ki; Alevilik toplu ibadeti kurumlarından ve özü “canı cana, malı mala katmak”, yani mal ortaklığı ve sevgi bütünleşmesi, diğer bir deyimle maddi ve manevi birlik olan musahipliğin gerçek tarihsel kökenini, ilk dönem Medine İslamlığının bu kardeşlik uygulamasında aramak gerekir. 7. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmiş bu uygulamanın anısını, heterodoks İslam (Alevilik) musahiplik kurumuyla 21. yüzyıla kadar taşımıştır.
2.2 “Yola Giriş” ya da “İkinci Doğuş” Olarak Musahiplik ve Bunu Tanımlayan İlk Yazılı Kaynak
Her durumda musahiplik, ikrar vererek “yola girmek (Süluk)” olarak tanımlanabilir. Yolun ilkelerini ve yükümlülüklerini kavrayacak yaşa gelmiş evli ya da bekâr adaylar, ikrar verip musahip tutarak, yol oğlu-yol evladı olurlar. Alevilikte-Bektaşilikte Muhammed–Ali yoluna girmek “yeniden doğmak ya da ikinci kez doğuşa ermek” sayılıyor.
Edib Harabi bir nefesinde, sıkışıp kaldığı tehlikeli dar boğazdan, ikrar verip, yola girdiği 17 yaşında ikinci kez doğuşa ererek, kurtuluş imkânı bulduğunu söylüyor:
Peder ve validem oldu bahane
Merecül bahreyni yeltekiyane
Bin ikiyüz altmış dokuzda kane
İriştim zahiren geldim cihane
Onyedi yaşında doğdum anadan
Muhammed Ali Hilmi Dedebaba’dan
Çok şükür hamdolsun geldim imkane
Mehmed Ali Hilmi dedebabadan ikinci kez doğmadan önceki yıllarda geçen radikal Müslüman yaşamından, bakınız nasıl hayıflanıyor:
Ben Müslüman iken ah
Aptestimi alırdım
Taştan duvara karşı
Bir yatar bir kalkardım
Sevdası vardı dilde
Bu hal ile meğer ben
Haktan uzaklaşırdım
Mescit sanıp da bir gün
Bir deyre dahil oldum
Anda görünce Hakla
Peygamberi şaşırdım
Merdiiman köyünde
Şahkulu dergehinde
Miraca nail oldum
Bir haylice zamandır
Erkân ile yürürüm
Yol ehlinin kuluyum
Ben bir erin oğluyum
Hayderiyem Hayderi
Bu kavramın heterodoks İslamda (Alevilikte) ilk ortaya çıkışı, erken (proto) İsmaililere dayanmaktadır. 879 yılında Güney Arabistan’a gönderilmiş ilk İsmaili daisi Mansur el Yaman (ölm. 914) olarak bilinen İbn Havşab’ın, “Kitab al-alim wa’l-Ghulam (Bilgin ve Öğrencisinin El Kitabı)” adı altında yazdığı, İsmailiye inancına girişin ilkelerini belirleyen yapıtta bu yola girişi, “yeni bir isimle, ikinci ya da yeniden doğuş” olarak tanımlandığını görüyoruz: İsmailikte, Balagh (yetiştirme) olarak bilinen giriş olayında, bedellerin ödenmesini de gerektiren derecelerin ya da aşamaların bulunduğu görülür, diyor. Örneğin, Kitab al-alim wa’l ghulam, bu giriş sürecinin çok önemli ayrıntılarını içermektedir. Dereceler sorunu ise, İbn Rizam-Akhu Muhsin’in açıklamalarında belirtilir. Ancak Daftary’nin, İsmaili karşıtı kaynakların bildirdiği gibi, yedi yahut dokuz derece olarak saptandığına dair kesin bir kanıt yoktur (1)demesi, doğru değildir. Çünkü, Proto-İsmaililer olarak bilinen Karmatiliğin kurucusu Hamdan Karmat’ın kayını ve inancın teorisyeni dai Abdan Balagat adlı yapıtında yedi dereceden söz etmektedir. Kuşkusuz burada Daftary, ortodoks olan Fatımi İsmaili kaynaklarını esas almıştır. Aşağıda belirteceğimiz gibi aynı şekilde musahip tutup yola girinceye ve bir pir’e–mürşite talip oluncaya kadar geçilen bazı aşamalar vardır.
881’de tek başına Yemen’e ulaşmış ve iki yıl gibi kısa bir zaman içerisinde, gizli çalışmalarıyla kendisine yandaş toplayarakİsmaili Dava’sını açıkça yaymaya başlamış olan dai Abu’l Kasım al-Hasan b. Faraj b. Hawshab, Yemenli Mansur (Mansur al Yaman) unvanıyla ün kazandı. Erken İsmaililiğin bu ilk büyük propagandacı daisi Mansur al-Yaman’ın yapıtı hakkında, Henry Corbin’in araştırmalarından yararlanarak, burada kısa bir özet vermeye çalışacak ve bir karşılaştırma yapacağız. Risalat al-alim wa’l gholam adıyla tanıttığı kitabı, Corbin, “yeni giren kişiyi (neophyte) yola götüren ve onu Batıni toplantısına [yani ceme] kesin kabul edilişe kadar eğitip yetiştiren aşamaları anlatan, kısacası yola girişin romanı” diye tanımlamaktadır. Karşılıklı konuşma ve soru yanıt biçiminde kaleme alınmış bu küçük romanın temel kişileri, bilgin ya da öğretmen (al-alim) Abu Malik(Pater regis) ile öğrenci ya da yeni yetme oğlan (al-ghulam)Salih (İdoneus)’tir.
İran taraflarından gelmiş, yaşlı bir dindar gezgin görünümü içinde kendisini gizleyen Abu Malik, sofu bir Müslüman kalabalık içinde konuşmaya katılır. Bir genç, hiç kimsenin hayal bile edemiyeceği, hatta cesaret edemiyeceği sorular sormuştur. Böylece, aralarında gittikçe gelişerek yükselen ve gencin merakını sürekli uyarıp, gerilimde tutan bir diyalog dizisi açılır.
Yeni yetme gence açıklanan sadece zahir (dışsal görünüm) ve batının (içselliğin) karşıtlığı değil, daha fazlasıdır. Batıninin batınisi (batın al-batın) öğretilir; içselliğin, içanlamların da içine girilir. Anlatılan hierokosmos (kutsal evren), İsmaili deyimiyle, maddesel ve ruhsal evren arasındaki (intermédiaire) üçüncü dünyayı tanıtan anahtarın teslimidir. Göksel kademelerin taklidi (l’imitation des hiérarchies célestes) üzerine yapılanmış, “güçlü bir meleksel dünya, iktidar cenneti”dir. O zaman, öğrencide, değişim başlar; kendisinde, güçlü bir var olma duygusu uyanır. Ellerinde bu güçlülüğün, anahtarlarını tutan kişiyi; yani, İmam’ı görmek ve tanımak isteği şiddetlenir. Tam bu anda, öğretmen ortalıktan kaybolur. Hem öğretici, hem rehber durumundaki Abu Malik, yetiştirdiği gencin ceme kabul edilme zamanının geldiğini bildirmek ve kendisine danışmak üzere yüksek derecedeki daiye; yani, pir’e gitmiştir.
Burada, öğrenciyi büyük değişime uğratan ve onda çok güçlü bir varoluş duygusu uyandıran Batıni bilgileri, biraz açmak yerinde olacaktır. H. Corbin’in, “Bilgin ve Öğrenci (al-Alim wa’l Ghulam)” kitabını özetlerken, dipnotlarda verdiği aynı yapıttan alıntı bilgiler, Alevi-Bektaşi inancının Batıni kökenlerine de ışık tutmaktadır:
“Yazarımız [Mansur al-Yaman] zahiri bilginin hayvansı dereceyle, Batıni bilginin insanlık derecesiyle uyuştuğunu da belirler Ona sahip olmak, gerçek inanan; yani, gerçek anlamda insan olmaktır. Sonunda Batıninin batınisini öğrenme ise, meleklerin sıfatı. Onu elde etmek, bilgiye göre, ruhsal varlığa; fiziksel görünümüne göre de tam anlamıyla bir insana dönüşmek; tıpkı melekleri gizleyen örtü (hijab al-Mala’ika, al Alim... s. 96) diye tanımlanan Tanrı’nın peygamberi gibi olmaktır. Yola girişin (aşamalarının), genç adayı götürdüğü meleğe dönüşüm (L’angélomorphose), sonuçları mükemmel bir biçimde saflık-dürüstlük doğuran bir insanbilimi öngörmektedir. Bu dünyada gerçek ve doğru anlamda (au sens réel et vrai) sadece iki insan tipi vardır:
1) Alim Rabbani (İşrakilerin hakim mota’allih’ini karşılar, yani Tanrısal-felsefe (théosophianique) bilgini): Bu kişi, bilginin doruğuna ulaşmış ve onun ruhu, mutlak doğruluk ruhunu, deneyimsel olarak özünde gerçekleştirmiştir.
2) Mota’allim: Yolu ve melek kudretinde gelişmeyi araştıran öğrenci. Kısacası herşey, sadece mecazi olarak saf ve dürüst bir insanlıktan (agy, s. 97) başkası değildir.” (Corbin 1982: 147, dipnot 181)
Ortadan kaybolmuş olan Abu Malik, kısa bir süre sonra, “şefkat kapılarının, sonuna kadar kendisine açılmış olduğunu” öğrencisine haber vermek için, geri gelir. İkisi birlikte