OCAK / DERGAH / TEKKELER
  • Alevilik

OCAK / DERGAH / TEKKELER

Ocak / Dergâh / Tekke tanımı

Ocakların ve Dergâhların başlangıç zamanı konusunda tarihte ciddi verilere ulaşamadık. Bilinen şu ki, çok sayıda Dergâh gene çok sayıda ülkede ve 3 kıta da uzun yıllar çeşitli dönüşümler yaşıyarak varlığını sürdürmüş ve bir kısmı halen de varlığını devam ettirmektedir. Kanaatimize göre bunun başlangıcı şöyledir.  Eskiden Ulusların olmadığı, Ulus yerine Kavimlerin belirli topluluklar oluşturduğu dönemde, bir Kabile (Aşiret) başkanına ulaştırılan mesaj, tüm aşirete ulaştırılmış sayılıyordu. Aşiret Reisi gerekli gördüğü bilgileri akrabalarının içinde ki belli başlı etkin kişilerle görüşüp kararlaştırdan sonra kısa süre içinde aşiret içinde herkese ulaştırıyordu. Aşiret Reisinin, Aşiret ileri gelenleri ile birlikte aldığı kararları aşiret içinde tartışılmaz, mutlak uyum ve bütünlük sağlanırdı. Bu vesile ile din adamlarının topluma mesajlarını en kolay ulaştırma aracı, Aşiret Reisine ulaşmaktı. Aşiret Reisi de, kendi Aşiretinin, can, mal, namus, onur dahil her şeyinden sorumlu olduğu için Aşirette mutlak bir bütünlük vardı. Böylece bir otoritenin herhangi mesajı, ulaşması gereken yere genellikle çok kısa sürede tam olarak ulaşıyordu. Seyyitlerde din hizmetlerini bu oluşum üzerine oturttular. Zaten başka türlü uygulamanın pek şansı da olamazdı.

Vahim Kerbela Vakasından sağ olarak kurtulan bir kaç erkekten biri İmam ZeynelAbidin ve onun 5 yaşlarında olan oğlu İmam Muhammed Bakır’dı.

Kerbela Vakası, Ehli Beyt dostları üzerinde öyle büyük bir tesir ve tepki bırakmıştı ki, onlar hem Ehli Beyt’e üzüntü ve bağlılıklarını bildirmek, hem de Emevilerden çektiği sıkıntıları aktarmak için İmam ZeynelAbidin’i bilgisine ihtiyaç duyuyorlardı.

İmam Zeynel Abidin (İmam Seccad), rivayetlere göre Kerbela Vahşeti sonrası Ehli Beyt kervanı ile birlikte Şam’a götürülmüşüt. Ertesi günü Alkame nehrinin yakınlarında, Dadiriyye köyünde yaşayan Beni Esed kabilesinin erkekleri cesetleri defin etmek için geldiklerinde, Ehli Beyt erkeklerinin hepsinin kafaları bedenlerinden ayrıldığı için cesetler tanınamıyordu. Bu şaşkınlık içinde yüzü peçeli bir atlı gelir ve tek tek cesetleri teşhis ederek onların defn edilmesine yardımcı olur. Peçelinin yüzü açıldığında onun Kerbela Vakasından sağ olarak kurtulan İmamZeynel Abidin olduğu görülür. Ancak İmam Zeyenl Abidin aynı anda tutuklu olarak Küfe ve Şam şehirlerine doğru yola çıkarılan Ehli Beyt kervanı içerisindedir. Bu mucizenin duyulması ile İmam Zeynel Abidin’in ismi çok daha geniş kesimlere dalga dalga yayıldı. İnsanlar daha sonra akın akın gelerek olayın mahiyeti hakkında bilgi sahibi olmak istediler.

İmam Zeynel Abidin ulaşamadığı yerlere, daha sonraki yıllarda aynı katliamdan kurtulan oğlu İmam Muhammed Bakır’ı göndermeye başladı. İmam Bakır’ın babası adına geniş yerlere ulaşması hem çok öenmli bir etki, hemde Seyyitlik geleneğinin başlangıcı oldu. Bunun zamanla nasıl Pir, Rehber, Mürşit ilişkilerine dönüştüğünü tam olarak bilemiyoruz. Ancak mantığımızı zorladığımızda Babasını temsilen giden İmam Bakır’ın, daha sonra diğer Seyyitlerin sürdürmüş olduğu Rehber’lik hüzmetine benzer bir hizmeti üstlendiğini ve çok önemli yararlılıklar gösterdiğini düşünebiliriz. İmam Bakrı’ın gittiği yerlerde edindiği izlenimleri daha sonra babası İmam Zeynel Abidin’e aktarmasını Seyyitliğin başlangıcı olarak aktarmak yanlış olmasa gerektir.

Babasının sağlığı döneminde, onun adına çeşitli kabilelere giderek izlenimlerini aktarması, Ehli Beyt’e bağlı kabilelerin sıkıntılarına yönelik çözümler önermesi, sorumluluğu babası ile paylaşması her halükarda geleneğin geçmişini İmam Muhammad Bakır’a uzandırır. Bu konuda elbette İmam Zeynel Abidin’in diğer oğlu olan Hz.Zeyd’in büyük hizmetlerini de eklemek yerinde olur. Son derece bilgili büyük bir Alim olanHz.Zeyd’de tıpkı ağabeyi İmam Muhmmed Bakır gibiEhli Beyt yoluna büyük emek veren Alimlerdendir.

SeyyitBabamansur’un seceresinin, İmam Muhammed Bakır’ın oğlu Seyyit Abdullah’a uzanması da ayrıca bunun bir göstergesidir. Ancak gerek o çağda ve gerekse daha sonraki bir kaç kuşakta İmamların soyunun kendi içindeciddi bir görev taksimi yaparak, mevcut İmam her kim ise onun etrafında kenetlendiğini gösteriyor. İmam Muhammed Bakır’ın öz torunu olan İmam Musa-i Kazım’ın soyundan gelen Hacı BektaşVeli’nin aynı misyona bezeyen bir işlev üstlenmesi de gösteriyor ki, Ehli Beyt soyundan gelenler kendi aralarından Pir, Mürşit ve Rehberlik konusunda görev taksimi yapmış bulunmaktadırlar. Ancak 7 kuşak daha devam edecek olan 12. İmam Mehdi’ye kadar en azından bu sorumluluk paylaşımının bir bütünlük ve uyum arz ettiğini belirtmekte yarar var.

Gerçi bu konuda İmamların kendi içinde üstünlük (sorumluluk) paylaşımında zaman zaman bazı sıkıntı ve bölünmelerin yaşandığını vurgulamak gerekir. İmam Muhammed Bakır yerine Hz. Zeyd’in İmametini benimseyenZeydiler ve 7. İmamlık konusunda Ehli Beyt taraftarları arasında İmam Musa-i Kazım’ın yerine, Seyyit İsmail’i benimseyerek güçlü bir akım haline gelen İsmailiye taraftarlarını saymazsak, Ehli Beyt soyundan gelenlerin daha sonra Ocaklara dönüştüğünü ve uyumlu bir hizmet bütünlüğünü sergilediğini görüyoruz.

İmamZeynel Abidin ile başlayıp, Muhammed Bakır dönemde daha da gelişen seyyah Seyyitlik, onun oğlu İmam Cafer- i Sadık döneminde sistemleşerek oturur. Yüzlerce Büyük bilim adamı yetiştiren bir alim olan İmam Cafer tarafından kitap haline getirilen Buyruk ile, Seyyit – Talip ilişkileri bir biçime oturtulur ve bu işlerlilik biçiminden önemli değişim göstermeden, zaman zaman özel koşullar da yaşayarak günümüze kadar ulaşır.

Emevi zulmünden kaçarak pek çok tarafa savrulan Ehli Beyt taraftarları, orta Asya ve Erdebil’de büyük ilim yuvaları oluşturdular. BunlardanErdebil’de olanı biraz daha dar bir açılım serilerken, Horasan,Nişabur, Taşkent ve Nişabur çevrelerinde olanları, gelenek ve göreneklerini daha çabuk ve içtenlikle benimseyen Türk kavimlerine, sadece inançta değil, aynı zamanda bilimde, fen’de, astrolojide büyük açılım olanağı sergilediler.

Tük kavimlerinin rurplar halinde küşük Asya’yı yeni yurt edinmeleri ile, Büyük Selçuklu Devleti de yönünü batıya dönerek 1071’deMalazgirt’te kazandığı bir savaş ile Anadolu’nun askeri olarak da Türk kavimlerinin yeni yurdu olmasını sağladı.

10. Yüzyıldan 12. Yüzyıla kadar yaklaşık 300 yılllık bir dönemde, eski adı ile U-rum Diyarı olarak bilinen yer yani kavimler kapısı olur. Ve o kapıdan değişik zamanlarda, değişik İmamların soylarından Seyyitle ve Talipleri geldiler.Organik olarak Anadolu’ya gelmeyen ama Anadolu’da karşılaşan Taliplerle Seyyitlerin bugün kü Seyyit  -Talip ilişkilerini yeniden nasıl oturttukları ve Ocakların kendi aralarındagörev paylaşımında nasıl anlaştıklarıı tam olarak bilinemiyor. Ancak bilien şudur ki tüm Ocaklar ve Dergâhlar,

Hacı Bektaş Veli ve onun Dergânını Serçeşme kabul etmiş ve ona bağlanmışlardır. Bu yapının yerleşmesinde kavimlerin dışında, bir meslek kurumu da diyebileceğimiz ilkLonca sistemi olan ve kuruculuğunu Ahi Evran’ın başlatığına inanılan Ahi’liğin de önemli katkıları olmuştur. Alevi Ocak yapılarını ayakta tutan bir diğer etken de Ocakların El, ele / El hakka yöntemi ile birbirlerini denetlemeleri ve kendilerini tamamlamalarıdır. Böylece talibi olan, başka bir deyimle bir Pir veya Mürşit olan bir Ocak, başka bir Ocağın talibi, o da bir başka bir Ocağın veya Ocak içinde Kol’un talibi olarak bir birleri ile kenetlenirler.

Dergahlarla Ocaklar aralarında ki bir kaç temel fark ise şudur. Ocaklar genel de kırsal kesime, Dergâhlar ise yerleşik alanlara hitap ediyorlardı. Seyyitler, Taliplerini belirli bir zaman diliminde ziyaret edip dinsel sorumluluklarını yerine getirirken, Dergâhlar kesintisizhizmet sunuyorlardı. Ayrıca Ocaklar genelde Taliplerini esas alırken, Dergâhların kapısı herkese açıktı. Bunun ötesinde Dergâhlar işlevlerini belirli bir sistem hizmetine tabi tutarak yerine getirirken, yani önce kendini yetiştirmeyi, sonra çevresine yönelmeyi esas alıp, belirli basamaklarla işlerken, Ocaklarda bu işi, yetişen Seyyitler tümden üstlenerek yerine getiriyorlardı. Tekkeler ise bir neviKüçük Dergâh olup,yöresel veya belirli bir alana hizmet ediyorlardı.

BABA MANSUR OCAĞININ TARİHİ

Anadolu’daBaba Mansur Ocağı denilen bir Ocak vardır. Bu ocağın kökeni Hz. Muhammed’e dayanır. Aslen Kureyş kabilesine dahildir. (Bu kabilenin, Anadolu Aleviliğinde önemli bir yere sahip olan Kureyş ocağı ile yakın bir ilgisi bulunmamaktadır)

Aslında Alevi Ocaklarının pek çoğu, Anadolu'ya Horasan'dan geldiklerini söyler ve kabul ederler. Abbasiler döneminde, Arap / İslamcoğrafyasında Abbasiler'in Ehli Beyt düşmanlığını içeren katı zulmü süre gelmiştir. Harun Reşit ile yönetimin başında olan Bermekoğlu Caferin arası açılmış, bütünBermekiler kılıçtan geçirilmiştir. Bu aradaİmam Musa-i Kâzım'ı kendisine rakip olarak görenHarun Reşit,kendisini zehirleterek şehit etmiştir.

Halbuki 751 Yılında Horasanlı Eba Müslüm, Emevi Devletini yıkıp yerine bir devlet kurmak istediğinde ilk önce akla Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’inin soyundan den gelmekte olan 6. İmam Cafer Sadık’a (İmam Cafer Sadık :İslam içtihadını içeren ve kaynağını ilahi telkin Kuran- ı Kerimden alan İslamın el kitabı, Buyruk isimli eseri kaleme alan zattır) müracaat eder.

İmamCafer Sadık, şöyle cevap verdi. ‘’ Büyük Dedem Hz. Muhammed ahir zaman peygamberiydi. Cenabı Allah, ümmetine öncü olarak  kendisine Kuran-ı Kerim’i gönderdi. Ümmetinin içinden bir kısım insanlar buna rağmen kendisine her türlü cefayı çektirdiler. Kendisinden sonra Halife olarak dedem İmam Ali’yi tayin etmesine rağmen, bu insanlar ilahi emri dinlemediler. Daha sonra Dedem İmam Ali halife oldu. Ancak buna rağmen itaat etmeyenler oldu. Çok kan döküldü. Dedem İmam Ali şehit edildi. Dedem İmam Hasan yerine geldiğinde gene aynı dava devam etti. Onu da Süfyanoğulları zehirleyerek şehit ettiler. Zamanın bir kısım müşrikleri bu sefer de Dedem İmam Hüseyin’e , kendilerini Emevi zulmünden kurtarmaları için defalarca müracaat ettiler. Dedem Şah Hüseyin’i Kerbela’da susuz şehit ettiler. Dedem İmamZeynelAbidin , çıplak develere bindirilerek susuz çöllerde aile efradımız ile birlikte çok cefalara maruz bırakıldı. Dedem İmamMuhammed Bakır gene aynı şekilde zehirlettirilerek şehit edildi. İslam dinini ve Kur’anı koruyan Aba- i Ceddimize karşi zulüm ve katliamları reva gördüler.  Bütün bunların nedeni dünyamalına ve onun saltanatına karşı sonsuz ihtiras ve hırsları sebep oldu. Bedelini tüm insanlık alemi ve İslam dünyası ödedi ve bu acı halen devam ediyor. Bu vesile ile ben bir İmam olarak daha fazla acı çekilmesini ve bedel ödenmesini reva görmüyorum. Dünya işlerini inanç işinden ayırmak lazım gelir. Ben ve aile efradım kendimize hakkaikrar ve hizmet yolunu tercih ettik. Siz başka uygun bir insanı bu işe halife olarak tayin ediniz’’.

Görüldüğü gibi İmam Cafer Sadık, kendisine sunulan Halifelik makamını nazik bir dille red etmiş ve kaynak olarak Kuran-ı Kerimi esas alarak kendisini din hizmetine adayan büyük bir İmam ve ulemadır. İmam Hanefi, İmam Şafii, İmam Hambeli ve İmam Maliki dahil olmak üzere zamanın ünlü alim ve din ulemaları, İmam Cafer Sadık’a gönülden bağlı olan onun talebeleridirler. Bu konuda ismi yukarıda zikr edilen ulemalar, İmam Cafer Sadık’a ve İslam dininekarşı yanlışlıklar yapmaya zorlanmalarına rağmen buna uymadıkları için bu uğurda Abbasi halifeleritarafından işkence ile katledilmişlerdir.

90 yıllık Emevi hükümranlığı etki coğrafyasını sınırlarını Mezopotamya, Orta Asya, Kafkasya içleri, Orta Anadolu, Tüm kuzey ve Orta Afrika ve Asya’nın kısmi güneybatı sahillerine kadar genişletmiş. İşgal edilen her yer İslam adı altında yerle bir edilmiş, işgal edilen kentlertalan edilmiş, direnenler kılıçtangeçirilmiş , teslim olanlar, kadınlar ve çocuklar yerinden yurdundan edilerek köle olarak başka diyarlarda satılmışlardır. İşgal edilen yörelere, tarihin belki dehiç bir döneminde görülmeyen zulümler yaşattırılmıştır. Bu dönemde yapılanlar sadece Ehl-i Beyt taraftarlarına ve işgal edilen bölgelere yapılmakla sınırlı kalmamış, İslam dininin içeriğine de kuvvetli saldırılar yapılmıştır. ÖrneğinHaccac- ı Zalim ve Kutaybe bin Müslim’in yaptığı zulümler çok değişik kaynaklarda yayınlanmakta, Haccac-ı Zalim’in kendi kuvvet ve kudretini ispatlamak için Mekke ve Kabe-i Beytullahı dahi yakıp yıkarak ve yerle bir etmekten dahi çekinmediğini ibretle sergilemektedirler.

Emevi hükümranlığı işgal ettiği yerlere işte bu yöntemlerle söz konusu İslamiyeti götürdüğünü iddia etmektedir. Ve doğal olarak işgal edilen coğrafyalarda insanlar korku belası ile İslamı kabul ettiğini söylemek durumunda kalmışlardır. İşin gerçek yanı ise şöyledir. Emevilerin işgal ettiği yerlerde korku belası ile müslümanlığı kabul edenlerle Ehli Beyt taraftarlarıarasında bir kader birliği ortaya çıkmıştır. Her iki kesim de zulme uğrayan taraflar olarak Emevi iktidarından huzursuz olmuş ve bu iktidarın zulmü altında inim inim inlemişlerdir.

750 Yılında İran / Horosan Türklerinden Emevilerin HorasanValisi Eba Müslüm (Eba Müslim) adında bir genç etrafında toplanan insanlar isyan ederek baş kaldırdılar ve Emevi Devleti ile savaşarak onları bertaraf ettiler ve böylelikleEmevi devleti yıkılmış oldu.

Eba Müslüm’ün gönlünde Halifeliğe Ehli Beyt soyundan gelen birini getirmek yatıyordu. Bu vesile ile Ehli Beyt soyundan gelen ve günün İmamı olan İmam CaferSadık’a müracaat etti. Ondan gerekçeleri yukarıda sıralanmış olan Hayır cevabını alınca diğer Ehl-i Beyt soyundan gelenler de ‘’Madem İmam Cafer kabul etmiyor, biz de kabul edemeyiz’’ cevabını verdiler. Bu durumda Ehli Beyt soyundan bir halife bulmak umudu kalmamıştı.

Ancak Eba Müslüm yine de bu emanetin Ehli Beyt taraftarlarına ait olduğunu düşünüyordu. Ehli Beyt soyundan kimse bu göreve talip olmayınca Eba Müslüm, Hz. Muhammed’in  Hz. Abbas adlı amcasının soyundan gelen Ebu-l Abbas halife olarak tayin edildi. (Abbasi Devleti Miladi 751 - 1258)

Ebu-l Abbas halife olduktan kısa bir süre sonra, Ehli Beyt taraftarlarının gelip bu emaneti kendilerinden geri alacağı ehvamına (kuşkusuna) kapıldı. Bu vesile ile 22 Ocak 766 tarihinde İmam Cafer-i Sadık, Abbasi Halifesi Ebu-l Abbas’ın emri ile Mansur- uDevaneği tarafından zehirletilerek 67 / 69 yaşında şehid edildi. (Kabri Medine Baki mezarlığındadır).

Ehli Beyt taraftarları, Emeviler döneminde de sürekli baskıya maruz kaldıklarından, amca çocukları / torunları olan Abbâsîler döneminderahatlayacaklarını umuyorlardı. Ancak kendilerinden başka Ehli Beyt ailesinin olmadığını iddia eden Abbâsîler, hilafetin meşrû varislerinin kendileri olduklarını ileri sürerek yönetimi tamamen tekellerine almış ve Ehli Beyt soyundan olan amca çocuklarını, dışlayarak onların hilafet makamında hak iddia ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Emevîler döneminde baskıya maruz Ehli Beyt soyu,bu sefer de amca çocukları / torunları tarafından çeşitli yollarla zulme tabii tutulmuşlardır.

7. İmam Musa-i Kâzım'ın 1 Eylül 799 tarihinde, Bağdat’da, Abbasi Halifesi Harun el Reşit tarafından "Sindi b. Şahik" hapishanesinde zehirlettirilerek şehit edilmesinden sonra paniğe kapılan çocukları Arabistan'a giderken, iki oğlundan İmam Ali Rıza, Horasan'a, İbrahim El Mucap da Nişabur'a gitmiştir. İmamMusai Kazım'ın çok sayıda evlatları olmuştur. Türkler arasına gidip yerleşen İmam Ali Rıza ileİbrahim El Mucap, bulundukları yerlerde Türklerle evlenmişler fakat, baba tarafından İmam Ali'ye ulaştıklarını ve neseplerini unutmamışlardır. Ancak, Seyyidlerin çoğalmalarısonucu, bugünkü Ocaklar oluşmuştur. Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi'nde de, Hacı Bektaş Veli'nin 11. kuşaktanİmam Musa-i Kâzım'ın diğer oğluİbrahim El Mucap'a dayandığı bildirilmektedir.

5. İmam Muhammed Bakır, daha önce Emevi Halifesi Hişam'ın kardeşi oğlu İbrahim bin Velid bin Abdulmelik'in tarafından 28 Mart 733tarihinde, 57 yaşında iken zehirletilerek şehit edildi. Künyesi  ’’Ebu Cafer’’dir. En yaygın lakabı ’’Baki’’dir. (189) İmam Mumammed Bakırevlatları da, diğer Ehl-i Beyt mensupları gibi, İmam Musa-i Kazım’ın799tarihinde, Abbasiler tarafından şehit edilmeleri sonucudiğer akrabaları gibi , her biri bir tarafa dağıldı. Ancak İmamet görevlerini sürdüren bir kol sürekliMezopotamya / Medine ekseninde kaldılar ve bunlar başka bölgelere göç etmeyerek imamet görevlerini sürdürdüler. Bu yüzden de İmam Musa-i Kazım’ın zehirlettirilerek şehit edilmesinden sonra da,diğer imamlar bu alanda görevlerini devam ettirmişlerdir.

5. İmam Muhammed Bakır’ın 6 erkek, 3 Kız olmak üzere toplam 9 çocuğu olmuştur. Çocuklarının isimleri şöyledir. 1 - İmam Cafer Sadık ( 6. İmam), 2 - Abdullah, 3 - Ebu-l Kasım, 4 - Muhammed, 5 - İbrahim, 6 - Abdullahi-l Esgar, 7 - Zeynep, 8 - Rukiye, 9 - Ümmü Gülsüm’dür. Bu evlatlardan bir kısmı Mekke’den Medine ’ye, oradan da tarihi net olarak bilinmemekle beraber, 9. Yüzyılda Horasan’a göç ettiler.

Seyyidler ve Türkmen / Oğuz Boyları, 12 Büyük kabile halinde Horasan'dan Anadolu'ya göç ettikten sonra, her biri ayrı ayrı oymakta, daha sonra nüfusun çoğalması sonucu, aynı boy içinde birer grup aileye pirlik ve dedelik yapmışlardır. Bu İslam inancı süreç içinde çeşitli değişim evreleri geçirmesine rağmen özünü koruyarak günümüze kadar süregelmiştir

Seyyidler de tıpkı Bektaşilikte görüldüğü gibi, bir dergâhta hizmet edip, rüşdünü ispatlamak kaydı ile (Rüşdünü ispatlamak : Hizmetinin görülmesi, Bilgi ve görgüsünün artması ve tasavvufu özümsemesi) destur aldığı Piri / Mürşüdü tarafından icazet alarak Dergâhta Postnişin olan Pirler gibi, nüfuz ve kudretlerine göre merkezdeki en büyük ve etkin postnişe daima bağlı kalarak, halkı kurulan dergahlarda, inanç hizmetlerinin yanında, sosyal, toplumsal ve siyasal olarak etkilemiş ve yol göstermişlerdir. Günümüzde hala Doğu Anadolu'da"Dedelik ve Seyyidliklerini" sürdüren tarikat pirleri, Horasan'dan geldiklerini ve soy itibariyle genellikle Horasan'a gidip yerleşen İmam Musa-i Kazım'ın oğlu İmam Ali Rıza'ya dayandıklarını söylemektedirler. Ancak bu Ocaklardan köklü bir Ocak olan Seyyit Baba Mansurocağından gelenler genellikle 5İmam, Muhammet Bakır’ın soyundan geldiklerini vurgularlar. Seyitlik kuralları gereğince, kendilerine bağlı taliplerden kız alıp vermezler. Bireysel evlenmeler dışında, genellikle bir seyyit, başka bir seyyidin kızı ile evlenir.

"Ocaklar, birbirlerinden kız alıp verirler. Soylarının müridlere karışmamasına özen gösterirler. Ocağa bağlı köyler, obalar vardır’’.Bu, bir ölçüde de sosyal bir dayanışma ve örgütlenme biçimidir. Anadolu'da Aleviler en yoğun baskı dönemlerinde bile seyyitlik işlevini sürdürmüş, Dinsel, sosyal, siyasal, toplumsal sorumluklarını başarı ile yerine getirmiş, toplumu bir arada tutmanın temel aracı olmuşlardır.

Kimi ocakzade seyyitler de kendilerini, doğrudan 4. İmam, Zeynel Abidin'e bağlarlar. Celal Abbas veya Ali – Abbas ocakları ise kendilerini, İmam Ali’nin evlatlarından, Annesi Hanefi adlı,Kerbela şehitlerinden Abbas’ın soyuna dayandırırlar.

Seyyitler tüm örgütlenme ve icraat alanlarında birbirine bağlıdır. Bu örgütlenme biçimi, bir zincirin halkalarını andırır. Her seyyit ocağının görülebileceği başka bir ocak vardır. Böylece gerektiğinde seyyitler de toplumdan bir birey gibi dinsel törende bulunur, başka seyyitler önünde hesap verirler, yargılanırlar. Alevi inancındaki "El ele, el hakka " ilkesi, seyyitlik örgütünde kendisini gösterir.

Seyyitler ayrıca diğer talipleri gibi Musahip tutar, kivre edinir ve görülürler. Taliplerine uyguladıkları tümsorumluklara, başka bir seyyit aracılığı ile kendileri de uymak zorundadırlar. Seyyitlik onlara bu konuda bir ayrıcalık veya istisna tanımaz.

Bütün Anadolu'da köylerin ve diğer yerleşim alanlarında seyyitlerin de birbirine bağlı olduğu bu örgütlenme biçimi ile Alevi toplumu her zaman birbirinden haberi olan, birbirini tanıyan bir toplum olarak yaşaya gelir. Bu nedenle uzak bölgelerdeki Aleviler de seyyitleri aracılığı ile birbirini bilip tanırlar. Kimi zaman seyyitler, taliplerine bildikleri ve tanıdıkları diğer alanlarda yaşamaya teşvik ederler. Talip hiç tanımadığı veya az bildiği bu yeni alanda Seyyidinden büyük desdek görür. Seyyit onu diğer Talip veSeyyitlerle tanıştırarak, orada daha eski zamandan beri ikâmet etmekte olan seyyit ve taliplerin kendisine çok yönlü yardımcı olmalarının desdeği ile  kısa zamanda oradaki halk ile kaynaşmasına yardımcı olur.

Bazı kaynaklara göre, Baba Mansur, Anadolu’ya gelmeden önce İran / Horosan’da, Türkmenistan Yesevi çevresinde iken “Mansur Ata” olarak adlandırılır. “ Ata”, eski ve yeni Türk lehçelerinde “baba” anlamına gelir. Bu deyim “Soy” kavramını da içerir. Oğuzlar arasında geçenKorkut Ata, İrkıl Ata... gibi. Halk arasında saygınlığı olan, dahası kutsallık kazanmış halk bilgeleri, ozanlar, Şamanlık dönemindeki büyük Kamlar çoğunluk “ata ” adıyla anılmışlardır. Bu saygı bu coğrafyada bir şehire (Alma Ata) isim verecek kadar güçlüdür. Türkler içerisinde tasavvuf akımının yayılmasıyla; bu tür nitelikte olan kişilere, şeyh ve dervişlere “ata” lakabıyla birlikte “baba” da denilmeye başlanmıştır. Asya da Şamanizmin yaygın olduğu döneminde “ata ” adı, Anadolu coğrafyasına yerleşme ve İslamileşme döneminde “baba” adına dönüşmüştür. Kısaca, Anadolulaşma ve İslamileşme dönemi olan bu ikinci evrede “baba”, “ata”nın yerini almış ve onun yerine kullanılmıştır. Yeseviliğin içerisinde yetişen ve Harzem - Türkistan bölgesinin önemli şeyhleri; Çoban Ata, Hakim Ata, Zengi Ata ve Mansur Ata ’lardır ve tümüyle “ata” adıyla anılmışlardır.

Horasan’da bir seyyit olan Mansur Ata, Anadolu’da Baba Mansur adıyla bilinmekte ve anılmaktadır. Bu, çoğunluk eski Türk dinleri ve törelerinin bir kısmı ile benzerlikler gösterenAlevilik – Bektaşilikte de kendisini ortaya koyar. “Baba”, genelleşerek ve “ata”nın yerini alarak kullanılır. Bu deyim Anadolu’da çoğu yerlerde halen seyyitler için “baba”  veya aynı anlama gelen “dede” sıfatı için kullanılacaktır. Dede sözcüğü de aynı şekilde Orta Asya Türkleri arasında ulu, bilge, gün görmüş kişiler için de kullanılmakta ve mitoloji ile bütünleşerek günümüze kadar gelmektedir. Örneğin Dede(m) Korkut efsanelerinde / hikayelerinde anılan kişi bir bilge kişiyi yansıtmaktadır.

Baba” sözü, eski Mezopotamya topluluklarından / kavimlerinden olan Sümerlerde tapınak ve tanrıça adları arasında geçer. Sümerlerde “baba”,Lagaş adlı tanrıçadır. Görüldüğü kadarıyla “baba” adı tarihsel değişim sürecinde genellikle ulu kişileri, kavim önderlerini, bilge kişileri ifade eder olmuştur. “Ata”nın “baba”ya dönüşmesinde yine bir Asyatik toplum olan ve eski çağlardan beri Mezopotamya çevresinde ki toplumların üzerinde kültürel etkinliğinin izleri görülenSümerlerin etkisi de düşünülmelidir.

Baba MansurYesevi tarikatından ve Yesevi dervişleri arasındandır. Dervişler içerisinde en önemlilerden biridir. Ahmed Yesevi’nin Horasantasavvuf okulunda yetişmiştir. Ahmed Yesevi’nin ilk halifelerindendir. “Reşahât Tercümesi”de ölüm tarihi 1197 - 98 (Hicri 594) olarak verilir.

Ahmed Yesevi’nin mürşidi ve öğretmeni olan Arslan Baba’nın oğlu olduğunu iddia eden kaynaklar da vardır. Bu kaynaklara göre Mansur Ata / Baba Mansur’un babasıYesi kentinin ünlülerindendir. Kaynaklarda tarikat kurucusu olarak gösterilir. Bir tasavvuf okulu önderidir. Birçok dervişin mürşididir. Ahmed Yesevi de Arslan Baba’nın okulunda / tarikatında yetişmiş ve onun önemli bir müridi olmuştur. Arslan Baba’ca eğitilmiş, yol bilgisi edinmiş ve sonraki olgunluğuna ulaşmıştır. Ahmed Yesevi’ye Baba Mansur’un babası Arslan Baba “nasip” vermiştir.

Ahmed Yesevi menkıbesinde Alevi niteliği açık olan öğretmeni, mürşidi Arslan Baba’ya büyük yer ayrılmış ve bağlılığı bildirilmiştir. Onu küçüklüğünden beri mürşid edindiğini “ Divan-ı Hikmet”inde de dile getirir.

Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam

Hak Mustafa emanetini eyleyin armağan”

İşte bu vakde dek binbir zikrini eyledim tamam

Nefsim ölüp la mekan’a aştım ben işte

Uzun bir ömür süren Arslan Baba, Ahmed Yesevi’yi, Ahmed Yesevi de mürşidinin oğlu Mansur Ata’yı ve diğerlerini yetiştirir. Baba Mansur, Ahmed Yesevi’nin ilk ve önemli bir halifesi olur. İlişkilere ve yaşadıkları tarihlere bakılırsa bu ilişki ve “el verme”nin, yani “halife”si olarak atamasının tarihe uyduğu ortadadır. Çünkü Ahmed Yesevi 1166, öğrencisi ve halifesi Baba Mansur ise 1198’de ölmüşlerdir. Bu tür bir ilişki tarihsel olarak olasıdır.

Arslan Baba ve Baba Mansur’un soylarından gelen Seyyid Hasan Hoca Nakibü’l- Eşraf-ı Buhari “Müzekkir-i Ahbâb” adlı tezkiresi, Hazini ise “Cevahirü’l- ebrâr min Emvâci’l- Bihar” adlı kitabıyla Arslan Baba’dan itibaren bu soydan gelen kişilerin adlarını şöyle belirtirler. Bu veri ailenin hem yol, hem de soy kütüğüdür:

Arslan Baba › Baba Mansur › Abdülmelik Hoca › Tac Hoca › Zengi Ata › Sadr Hoca › Yahya Hoca › Süleymen Hoca › Abdü’l- Vahap Hoca.

Kaynaklara bakılırsa gerek Arslan Baba, gerekse oğlu Baba Mansur ve bu soydan gelen bazı kişiler Türk bir çevrede ve Türklerin kurumlaştırdığı Ahmed Yesevi-Horasan tasavvuf okulunda yetişmiş; bu anlayışla kültürü, düşüncesi, inancı ve bilinci biçimlenmiştir. Buradan edindiği bilinçle Horasan erenleri arasına katılmış ve Türklüğün yeni oluşum merkezi olan Anadolu’nun yeniden yapılanmasında görev almıştır

Kaynak verileri gösteriyor ki Aleviliğin Türkçediline bürünmesinin veya Türkçe telaffuz edilmesinin ilk adresi OrtaAsya’dırAlevisözcüğünün bugünkü anlamda ilk kezTürkler tarafından kullanıldığını 941 - 942 yıllarında bölgeyi gezen gezgin Abu Dulaf nakletmektedir.Sema, Gülbenk, Pir, Hakk veya Pir rızası Hü hü, Miraç, Kul gibi terimler Anadolu Aleviliğine, Orta Asya’da yeni bir telaffuz biçiminedönüşerek geldi.

Bütün söylenceler ve özellikle Hacı Bektaş “Vilayetname”si Yesevi tasavvuf okulunda yetişen binlerce dervişin bu okul, diğer bir deyişle dergâh tarafından Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerine, özellikle Türk / Türkmen göçleriyle birlikte Anadolu’ya gönderilmişlerdir. Yine Anadolu’da bu boyların yerleşmeleri, üretime geçmeleri, çevreleriyle toplumsal ilişki yürütmelerinde onlara önderlik etmişlerdir. Türk toplumunun Anadolu’yu, giderek Balkanları yurt edinmelelerinde Horasan erenleri olan bu babalar (yani dedeler) aktif rol oynamışlardır.

Baba Mansur’un Anadolu’ya gelişi konusunda belirsizlikler vardır. Elde hiçbir belge ve kaynağın olmayışı, bizim bu konuda kesin konuşmamızı önlüyor. Durum karşısında akıl yürütmeden öte başka bir şey yapılamıyor. Bu durum karşısında akla çeşitli sorular gelebiliyor doğallıkla. Biz bu yaklaşımları irdeleyerek değerlendireceğiz. Akla ve tarihe uygun düşeni belirleyeceğiz:

BabaMansur, Hacı Bektaş’dan önce Anadolu’ya gelmiştir. Doğu Anadolu’da kalmıştır. Ocağının Hacı Bektaş Dergâhı’ndan bağımsız kalmasının, ayrı bir “mürşitlik kurumu” olmasının nedeni budur.

Bu görüş akılcı görünmektedir. ÇünküBaba Mansur 1197-98’de ölmüştür. Hacı Bektaş ise onun ölümünden 10 -11 yıl sonra, yani1209’lardadoğmuştur. Bu durum karşısında Baba Mansur’un Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya gelişinden çok önceleri gelmesi gerekmektedir. Hacı Bektaş’ın yaklaşık 1230 – 1235 tarihleri arasında Anadolu’ya geldiği tahmin edilmektedir. Baba Mansur iseya şeyhi Ahmed Yesevi’nin sağlığında, ya da onun ölümünden sonra gelmiş olmalıdır. Ahmed Yesevi’nin ilk halifesi olan Baba Mansur eğer şeyhinin sağlığında gönderildi ise, Ahmed Yesevi’nin 1166 yılında öldüğüne göre, Baba Mansur da bu tarihten önce Anadolu’ya gönderilmiş olmalıdır. Yok eğer şeyhinin ölümünden sonra geldi ise, 1166 ile kendi ölümü olan 1198 yılları arasında gelmiş olmalıdır. Eğer Baba Mansur’un Anadolu’ya geldiği doğru ise, bu geliş, 12. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiş olmalıdır.

Durum ne olursa olsun Baba Mansur aşiretlerin ve ocakların varlığını kabul eden ve onlara şecere düzenleyen 1. Alaeddin Keykubat (1219-1237) dönemine yetişmemiştir. Çünkü 1. Alaeddin Keykubat 1232 (H. 628) yılında oniki Türk / Türkmen aşiret ve ocağıyla (Şecerede bu oniki boyun Türk olduğu belirtiliyor ) sözleşmesini yapıp, kendine bağlamış ve onlara soykütüğü (şecere) düzenlemiştir.

Baba Mansur ise bu tarihten 34 yıl önce ölmüştür. 1. Alaeddin Keykubat’ın diğer aşiret ve ocaklarla birlikte Baba Mansur Ocağı’na da soykütüğü (şecere ) düzenlediği doğrudur. Bu soykütüğü, bugün Tunceli’nin Mazgirt / Şöbek Köyü’nde Caferoğulları (veya Cevahir) ailesinin elindedir. Keykubat’la birlikte daha sonraki yıllara ait Osmanlı padişahlarının da onayını taşır. O zaman, 1. Aleaddin Keykubat bu soykütüğünü verdiği dönem ocağın başında Bizzat Baba Mansur değil, onun evlatlarından bir başkası olmalıdır. Çünkü soykütüğü kişiye değil, ocak ailesine, yani soya verilmiştir.

 

Alaeddin 1. Keykubat’ın düzenlediği soykütüklerine göre; Asyalı Türk boyları Horasan’dan Erzincan’a, oradan da Dersim dağlarıeteklerinde Karakoçan’ın kuzeyindeki günümüzde bir köy konumuna düşen Bağın ve Hüsnü Mansur kasabalarına göçerek yerleşmişlerdir. Şah Mansur’la Mahmud Hayrani Hüsnü Mansur kasabasında dergâhlarını kurmuşlardır. Sultan Alaeddin Bağın’a gelir. Seyyid Mahmud’un oğlu Hacı Kureyş, Baba Mansur ve Seyyid Ali adıyla anılan Derviş Beyaz Sultan’ın isteği üzerine “ mucize” gösterirler. Şah Mansur duvaryürütür. Hacı Kureyş ile Derviş Beyaz fırına girerler. Sınavda başarılı çıkılır. Sultan, Türk boylarını “pirlik” ve “mürşitlik ” olarak Şah Mansur ile Hacı Kureyş’e, rehberliği ise Derviş Beyaz’a verir.

Burada verilenler kimi çelişkiler taşırlar. Mahmud Hayrani, Baba Mansur’un değil, Hacı Bektaş ile Mevlana’nın çağdaşıdır. Yani, 13. yüzyılda Konya-Akşehir’de yaşamıştır. 1268 (H. 667) yılında ölmüştür. 1. Alaeddin Keykubat dönemine denk düşer ama, soykütüğünün de ileriki pasajlarında düzelttiği gibi Bağın’daki Kureyşan Ocağı’nın kurucusu Hacı Kureyş’tir. Baba Mansur, bu tarihten 34 yıl önce ölmüştür. Bağın ve Hüsnü Mansur’a bu Türk boylarıyla birlikte gelip, boyları buralara yerleştirdiği, dergâhını kurduğu doğru olabilir. Ama Alaedin Keykubat döneminde Ocağın başındaki o değildir. Soykütüğü de zaten “Şah Mansur” adlı birinden söz eder. Bu, Baba Mansur evlatlarından biri olmalıdır. 1232 yılında soykütüğü düzenlendiği yıllarda ocağın temsilcisi Baba Mansur değil, Şah Mansur’dur. Bu kişi ya Baba Mansur evlatlarından bu addan biridir. Ya da o dönem yaşayan kimsenin adına şecerede değinilmemiş, doğrudan ocak kurucusunun adıyla anılmıştır.

Bir başka görüş Baba Mansurluların, Ahmed Yesevi’nin birinci halifesi Mansur Ata’dan değil, Hallac-ı Mansur’dan geldikleri yolundadır. Hallac-ı Mansur’un ünlü ve tasavvufi niteliği kimi Baba Mansurluları da bu görüşü kabule götürmüştür.

Bilindiği gibi, Hallac-ı Mansur 922 yılında ölmüştür. Anadolu’ya da kesinlikle gelmemiştir. O dönemler Anadolu’ya da Türk / Türkmen göçü pek yoktur. Bireysel ve küçük kümeler vardır. Türk göçü, daha sonraki yüzyıllarda yoğun olarak olmuştur. Hallac-ı Mansur’un çalışma alanı Anadolu Türkleri üzerinde değil (zaten bu dönemler Anadolu Türklüğü yoktur), Asya Türklüğü üzerindedir. Hallac’ın çocukları ve torunları ise Anadolu’ya değil, Kahire, Şam, Filistin ve Kuveyt’e göç edip, oralara yerleşmişlerdir.  Yalnız Hallac-ı Mansur düşüncesi daha sonraki yıllarda Türk / Türkmen göçleriyle birlikte Anadolu’ya gelecek ve Alevi inancında yerini alacaktır. Alevi cemlerindeki “Mansur Darı” bu etkiden kaynaklanmaktadır.

Baba Mansurluların geneli ise zaten kendilerini Yesevili