“Türkiye Diyanet’in mevcudiyetini tartışmalı...” - TBMM Başkanı Bülent Arınç
Siyasal İslam anlayışı içerisinde yapılandırılmış ‘Milli Görüş’ -her ne demekse bu?- çevresinde yetişip kariyerini tamamlamış. Daha sonra, tersine çevirdikleri takiye kavramına [1] sarılarak iktidar olmuş AKP tarafından TBMM başkanlığına getirilmiş olan kişinin bu gerçeği dillendirmiş olmasını, kim ne derse desin, biz anlamlı buluyoruz.
Anımsatalım, iki yıl önce bir gazetede [2] Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, başında bulunduğu kurumun Osmanlı Şeyhülislamlığı’nın devamı olduğu ve onun görevini üstlendiğini açık ve çekincesiz söylemişti. Üstelik Şeyhülislamlık yapısının, bugünkü laikliğin temelini hazırladığı övgüsü içinde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve Genel Kurmay Başkanlığı ile eşleştirip, “bu kurumlar Atatürk’ün çok önemli iki projesidir” diyerek TSK’ne yağ çekme cinliği göstermekten de çekinmiyordu.[3] Ancak her nedense, Atatürk’ün ve “milletin sinesinden” oluşturduğu ulusal orduyla yıkmış olduğu Osmanlı din devletinin temel direği olan, sözde din uğruna savaşlara, istilalara, korkunç kırım ve cinayetlere fetvalar vermiş bir kurumun övgüsü yapılırken Atatürkçü ve devletçi aydınların, gazetecilerin sesi soluğu çıkmamıştı. Ve de Diyanet İşleri’nin, Şeyhülislamlığın devamı olduğu itirafı - ki Cumhuriyet tarihinde bunu ilk kez bu başkan söylemiştir, oysa tam tersine Diyanet’e karşı olanların kullanmış oldukları bir argümandı - karşısında acaba neredeydiler dersininiz?
Çağdaş, demokrat ve sosyal bir devletin ‘olmazsa olmazı’ laik bir yapıya sahip olmaktır. Bu niteliklere sahip bir devletin içinde, yayın ve bildirimlerle - fetvalarla da diyebilirsiniz - dinsel inanç ve düşünceleri yönlendiren, uygulamaları belirleyen, tapınmaları düzenleyen ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ gibi teokratik bir yapılanmanın asla yeri yoktur. Bu nedenledir ki, demokrasiye, bireysel inanç ve düşünce özgürlüğüne, insan haklarına inanan aydınlar kadar; Türkiye nüfusunun üçte birini oluşturan Alevi-Bektaşi topluluğu da kendisine hizmet vermemiş ve vermeyen bu kurumun kaldırılmasını istemektedir.
Oktay Ekşi’ye göre
Hürriyet Gazetesi sayın başyazarı Oktay Ekşi, 10.05. 2006 tarihli başyazısında Bülent Arınç’ın başta verdiğimiz sözlerini alarak, muhalefeti de iğneleyip konuya fazla ‘beklemeden’ bakınız nasıl girmiş:
“Bülent Arınç'ın söylediği ilk bakışta mantıklı görünen eski ve bayat bir görüştür. Derinliği de en fazla lise öğrencilerine "Bu adam haklı konuşuyor" dedirtecek kadardır. Çünkü gerçekten bir ülkede “laik” bir rejim varsa, devletin o ülkedeki din kurumları üzerinde etkisi yetkisi olmamak gerekir.”
Diyanetin kaldırılması görüşünü ilk bakışta mantıklı buluyor, ama ‘eski ve bayatlamış’; at çöpe gitsin! Mantıklı söz ve görüşler üzerinde düşünülür, tartışılır çöpe atılmaz. “Gerçekten bir ülkede ‘laik’ bir rejim varsa, devletin o ülkedeki din kurumları üzerinde etkisi yetkisi olmamak gerekir” itirafına rağmen, kendi düzeyindekiler arasında ya da devlet düzeyinde tartışılacak konu bağlamında önemsemiyor, ama lise öğrencileri arasında olabilirmiş, demeye getiriyor. Ne demek bunlar? Ne yani, siz devlet misiniz ki, böyle kestirip atıyorsunuz? Bu birbiriyle çelişen cümlelerini yazar şöyle sürüdürüyor:
“Lakin bu, Batı dünyasında -özellikle Fransa'da- kilise ile devlet arasındaki kavgadan kilisenin yenik çıkması ve devleti yönetme iddiasından vazgeçmesi üzerine varılan bir yazısız anlaşma sonucudur. Nitekim laik rejimlerde devlet din kurumlarına burnunu sokmaz, ama din kurumları da siyasi mücadelelerde taraf olmaz.
Meselenin bu çok önemli gerçeğini gözardı edip, "laik bir devlette Diyanetin mevcudiyeti tartışılmalı" demek o nedenle, yarım bilgiyle veya özel bir amaç taşıyarak laik cumhuriyetin altını oymaktır.”
Yazarın, laikliğin tarihine değindiği cümleden başlarsak; Fransa’da devletin karşısında yenilen Kilise, bir daha devlet yönetiminde söz hakkı tanınmış ya da içinde resmi bir kurum olarak yer almış mıdır? Hiçbir zaman! Kendi dışına itip inananlarına teslim ettiği din, mezhep ve inanç kurumlarına devletin bakışı, herhangi bir sosyal kurumdan farklı olmadı. Peki bizde öyle midir? Anayasa’sında “laik ve ve demokratik” olduğu yazılı olan bir devletin; yüzbini aşan imam ordusuyla beş-altı bakanlığın bütçesine eşit bütçeye sahip, aynı zamanda görsel, işitsel ve yazılı basın-yayın gibi her türlü araç-gereçleriyle desteklediği “Diyanet İşleri Başkanlığı” adıyla resmi bir teokratik kurumu olur mu?
Anayasa’nın hem “lâfzına” hem “ruhuna” aykırı değil midir bu yaşanan durum? Bu nasıl laik devlet rejimi ve nasıl laiklik?
Yanıtı biz verelim: Gerçek laiklik değil taklidi, yani Türkiye tipi bir laiklik!
Bu tartışma gündeme alınmalıdır
Bizim siyasal görüş ve düşüncelerine tamamıyla karşı olduğumuz TBMM başkanı Bülent Arınç’ı savunma gibi bir niyetimiz yoktur. Kaldı ki, aynı medya holdinginin bir başka yazarı Taha Akyol, onu ve iktidar partisinin güncel siyasal duruşunu savunma bağlamında vakit geçirmeden kaleme sarıldı. Dememiz o ki, TBMM başkanı “Diyanetin konumu, varlığı tartışılmalı ve gerekiyorsa kaldırılmalıdır” biçiminde sözler söylüyorsa, “yarım bilgisiyle ve özel amacı için Cumhuriyetin altını oyma” davranışı suçlamasıyla tepeden karşı çıkmaktan vazgeçip, özgüven içinde öngörü ve bilinçli, akılcı yorumlarla tartışılmalıdır.
Bunu yıllardır biz de yazıyoruz. Pek çok yazar-çizer, sanatçı aydınların ötesinde, Türkiye nüfusunun üçte birini oluşturan Alevi-Bektaşi kitlesinin büyük çoğunluğu da devlet içinde “Diyanet İşleri Başkanlığının konumu ve varlığı” nedeniyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olmadığına inanmakta ve bu kurumun kaldırılmasını, devletin bünyesinden çıkarılmasını savumaktadır. Bizim ve tüm böyle düşünenlerin amacımız, asla “Cumhuriyetin altını oymak” değil, tam tersine Cumhuriyet’in laik temelini sağlamlaştırmak, devletin tam demokratik ve çağdaş nitelik kazanması için katkı mücadelesi vermektir. İşte bu çerçevede TBMM başkanı Arınç’ın söylediklerini onaylıyor ve “Diyanet’in kaldırılması” gündeme getirilip ayrıntılarıyla tartışılmalıdır, diyoruz.
Ancak biz Başkan’ın laiklik hakkında düşündüklerine tamamıyla karşıyız; hiç kimsenin laiklik kavramını işine geldiği gibi, yani siyasal çıkarlarına uygum biçime sokarak tanımlamaya ve yorumlamaya hakkı yoktur, böyle bir şey olamaz. Anayasa’mızda laikliğin tanım ve açıklaması vardır. Danıştay başkanı, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve diğer bir çok devlet ricalinin önünde, laikliği siyasal çıkarlarına uygun algılayan ve tanımlayanlara bunu özellikle anımsatmışır:
“Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu'nun, Danıştay'ın 138. kuruluş yıldönümü töreninde yaptığı konuşmada, laiklik yorumu da bu ilkeyi tartışmaya açan TBMM Başkanı Bülent Arınç'a yanıt niteliğindeydi. Anayasa'da laiklikten ne anlaşılması gerektiğinin açık ve net biçimde ortaya konulduğunun altını çizen Çörtoğlu, laiklik ilkesinin ödün verilmeden uygulanması gerektiğine vurgu yaptı. Anayasa'da kimsenin din duygularını istismar edemeyeceği hükmünün yer aldığını anımsatan Danıştay Başkanı, laiklik ilkesinin din ve vicdan özgürlüğünün de güvencesi olduğunu söyledi. Anayasa'da kutsal din ve dince kutsal sayılan şeylerin devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmaması hükmünün bulunduğuna dikkat çekti. Çörtoğlu, bu alanda anayasal sınırlamaların dinin bireyin manevi alanından çıkarılarak toplumsal yaşamı etkileyen eylemlere ve davranışlara dönüşmesi halinde söz konusu olabileceğini de anımsattı...”[4]
Hürriyet’in başyazarı İran’dan baba-oğul Şah rejiminden örnekleme yaparak, Arınç’ın niyetinin dini, din hizmetlileri “mollaların ellerine” bırakmak olduğunu ve bunun da Türkiye’yi rejim değişikliğine götürüceğini, yani cumhuriyetin yıkılacağını söylüyor açıkçası. Sanki Türkiye’de Diyanet’in varlığı laikliğin güvencesiymiş ve onun sayesinde (sözde) laik rejim korunuyormuş anlayışıyla Diyaneti savunuyor yazar. Oysa tam tersine, devletin içine çöreklenmiş bu dinsel kurumun sayesinde bu gün bir dinci parti iktidarda ve onun bir temsilcisi TBMM başkanıdır. Zaten biz Bülent Arınç’ın “gerekirse Diyanet kaldırılmalıdır...” derken, gerçekten onun kaldırılmasını istediğini sanmıyoruz; onun istediği “konumunun” değiştirilmesi, yani AKP iktidarının ta başından beri söyledikleri “Diyanet’in yeniden yapılandırılması”, kadrolarının genişletilip yetkilerinin artırılmasına bir an önce geçilmesidir. Yazarın ileri sürdüğü gibi, bu konularda öyle “yarım bilgili” filan da değil, aksine Arınç büyük bir ustalıkla her kesimden “Diyanet’in kaldırılmasına” karşı olanları harekete geçirme stratejisi uygulamasına girmiştir bu tartışmayı açmakla. Taha Akyol, 11.05. 2006 tarihli Milliyet’te, Oktay Ekşi’yi isim vermeden komplo teorileri üretmekle suçlayarak kaleme aldığı yazıda verdiği örnekler arasında şu iki küçük cümle gerçeği çok güzel açıklıyor:
“Fikir suçundan mahküm edilen İslamcı Şevket Eygi, Diyanet kaldırılırsa, devlet desteğinden mahrum kalacak İslam (siz bunu laiklik karsıtı İslamcı siyaset diye okuyabilirsiniz İ.K.) büyük zaafa uğrayacağını söylüyor. Yoksa o da laik devletin gizli bir ajanı mı?” Kuşkusuz değil, tam tersine laik devletin amansız bir ‘mümin’ düşmanı.
Biraz Tarih...
Kurtuluş savaşı sonu ve Şeyhülislamlığın kaldırılması koşullarında Diyanet kurumu kurulurken(1924), Anayasa’da “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır yazılıydı. Tam 13 yıl sonra bu ifadenin yerine “laiklik” konuldu. Yine unutmayalım ki, Diyanet’in kuruluşunun sekizinci yılında Ezan’ın Türkçe okunmasına karar verildi. Ne demek istediğimizi biraz tarih konuşarak anlatsak daha iyi olur kanısındayız. Yukarıda adı geçen kitabımızdan kısa bir bölümü geçerek belleklerimizi tazeleyelim:
“Diyanet İşleri Başkanlığı, ister çok yanlış temelde, ister Cumhuriyetin kuruluş yıllarının koşullarında bir gereksinim temelinde kurulmuş olsun, bütün yanlışlıklarıyla, hiç örneği bulunmayan, kendine özgü ve çok güçlü bir devlet kurumu –daha doğrusu teokratik bir yapılanma- haline getirilmiştir. Birçok aydın, demokrat ve sol kesimden bazıları, Diyanet’i, hala ‘din yobazlarının İslamı yeniden ele geçirerek, yeniden din devleti kurmak ve yeni Cumhuriyeti yıkma emellerini söndürmek’ amacı çerçevesinde değerlendirmekte ve onun kaldırılmasına karşı çıkmaktadırlar.”
“O zaman İslam dininin yorum ve açıklamaları ne zaman dar kafalı din softalarının, gerici yobazların elinden alınabildiğini anımsatalım: yalnızca 3 Mart 1924’den 2 Haziran 1941 yılları arasındaki 17 yıl boyunca, yani Diyanet İşleri Reisliği’nin kuruluşundan Türk Ceza Kanununu 526.maddesinin ikinci fıkrasına eklenen “Arapça ezan ve kaamet okuyanlar 3 aya kadar hapis cezası, 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırırlar” biçiminde bir yaptırım getirilinceye dek.”
“Mustafa Kemal’in 1926’da Elmalılı Yazır’a Türkçeye çevirmesi görevini verdiği Kuran, 22 Ocak 1932 yılından itibaren camilerde Türkçe okunmaya başlandı. 1932 Temmuz ayında ise ezanın da Türkçe okunmasına karar verildi ve dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi ezanın Türkçeleştirilmesinin ‘ulusal politikaya uygun bulunduğu’ fetvasını vermişti. O dönemin çok karmaşık koşullarında Diyanet bu görevi hakkıyla yerine getirdi. Oysa hala ‘Türkiye Devletinin dini, din-i İslamdır’ ilkesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesini oluşturuyordu; ancak 1937’de kaldırılıp laiklik ilkesi konulabildi. Bu koşullara rağmen yasallaştırılan Kuran’ın ve ezanın Türkçe okunmasını, dönemin Diyanet İsleri Reisliği ülke düzeyinde uygulamakta dinsel hiçbir sakınca görmüyor. Ama, bu gün 61 yıl sonraki Diyanet İşleri Başkanı ve bilgin çevresi (!), oluşturdukları ‘İstişare Kurulları’ aracılığıyla Kuran’ın ibadet sırasında Türkçe okunmasına ancak ‘mazeret belirtildiği takdirde’ izin veriyor; ezan ise ‘dinin sembolüdür’ türkçeleştirilemezmiş biçiminde açıklamalar yapıyor.”
“Din yobazlarının İslamı yeniden ele geçirerek, yeniden din devleti kurmak ve yeni Cumhuriyeti yıkma emellerini söndürmek’ amacına hala niçin ulaşılamadığına kafa yorulmuyor. Oysa, İslamı yobazların ele geçirmesinin de ötesinde, siyasete alet etmelerinin de ötesinde, siyasallaştırılıp İslami partiler oluşturup iktidar oldular; çağdaş devleti şeriat devletine dönüştürmelerine ramak kaldı! Ve bugün değiştiğini yemin billah iddia eden bir İslami parti (AKP) hızla iktidara yürüyor (ve şimdi iktidarda İ.K.)... Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti –varlığından yararlandığı ilk 17 yıl dışında- tam 61-62 yıldır kendi içinde, kendisini yiyip bitirmek isteyen canavarını besleyerek büyütme gafletini gösterdi. Bu yanlış sayesinde bugünkü dev kadrolar oluştu.”
“5 Şubat 1937 yılında çıkarılan 3115 sayılı yasayla, Anayası’nın 2. maddesi değiştirip ‘laiklik’ ilkesi getirildiği andan itibaren ‘Diyanet İşleri Reisliğinin’ varlığı Laik Türkiye Cumhuriyetinin Anayasasına aykırı olarak süregelmiştir. Hiç kuşkusuz Mustafa Kemal 1938’de ölmemiş olsaydı, 1940’lara kalmadan bu kurum kaldırılırdı. Yeni Cumhuriyetin mademki dini yoktu, öyleyse din ve dindarlık işlerinden elini çekmesi gerekiyordu. Çünkü :
‘Mustafa Kemal’in laiklik konusundaki politikası, dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp vicdanlara itilmesi, kişilerin iç dünyalarına itilmesi, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirilmesiydi. Böylece din, bir inanç ve ibadet işine indirgenmek isteniyor, din ve vicdan özgürlüğü sadece ‘bireyselleştirilmiş dini’ ve ibadetleri koruyordu. Bu demektir ki, din kişisel alanda kalacak ‘sosyal düzeni ilgilendirdiği, objektifleştirdiği oranda (yani nesnel olarak devlet işlerine karışma, siyasallaşma girişimlerinde İ.K.) devletin müdahalesini davet edecekti.’ Mustafa Kemal’in şu sözleri de bunu açıkça ortya koymaktadır: ‘Biz ilhamlarımızı gökten veya gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz.’ Amaç yalnız devletin ya da ‘siyasalın’ değil, aynı zamanda ‘toplumsalın’ da laikleştirilmesidir.’ [5]
“Oysa Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal’in düşündüklerinin tam tersi
uygulamalara gidildi, bu nedenle ne devlet ne de toplum tam anlamıyla laikleşti. Din ve inanç, vicdanlara ve bireylerin iç dünyasına itilmedi, tam tersine politika aracı olarak kullanılmasıyla toplumsal düzeni sarsacak boyutlara ulaştırıldı. Devlet aygıtlarının müdahalesi sözkonusu olduğunda, bireyin doğal hakkı olan din ve vicdan özgürlüğüne baskılar yapıldığı gündeme getirildi.”
“Mustafa Kemal ve Cumhuriyet devrimi önderleri, dini bireyselleştirip, vicdanlara, yani Tanrı ile kul arasına yerleştirerek devlet yönetimi ile ilişkisini kesmek istediler. Bu da, dinin, devletin yönetim ve denetiminden çıkartılıp, inananların din işlerini, kurumlaştırarak kendilerinin yönetmesinin koşullarını sağlamakla olurdu kuşkusuz. Yukarıda açıklandığı gibi devletin dine müdahalesi, sadece ‘sosyal düzeni ilgilendirdiği, nesnelleştirildiği oranda’ olmalıdır. Din ve vicdan özgürlüğü kavramından, sadece ‘bireyselleştirilmiş din ve ibadetlerin’ korunmasında sözedilebilir. ‘Siyasal ve toplumsalın’, yani devletin toplumun ‘laikleşmesinin’ istenmesi, dini ortadan kaldırmayı asla hedeflemiş olmaz. Kaldı ki, kendilerine komünist diyen yönetimler bile dini ortadan kaldıramamıştır.”
“Mustafa Kemal’in devrim siyaseti uygulanmış olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti devletinin içinde Diyanet İşleri gibi bir teokratik bir yapılanma ve bugünkü sorunlar asla olmayacaktı. Her fırsatta ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir anayasal kuruluş olduğunu’ (Bugünkü Başkan’a göre ise; hem Şeyhülislamlığın devamı hem de Atatürk’ün önemli bir Cumhuriyet projesi!!! İ.K.) söyleyerek savunmaya geçen başkan M. Nuri Yılmaz, 1981 Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’ sında kendi özüne aykırı ve birbiriyle çelişen birçok anayasa maddesinin bulunduğunu bilmiyor mu? Diyanet İşleri de yapılanması ve tüm uygulamalarıyla Anayasa’nın 2. maddesi olan ‘Türkiye Cumhuriyeti laik ve demokratik bir devlettir’ ilkesine aykırıdır ve 64 yıldır siyasiler bile bile suç işlemiş, devletin tamamıyla ‘laik’ olmasına engel olmuşlardır.” [6]
Sonuç olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı tartışılmakla kalmamalı, Diyanet kaldırılmalıdır
Hep söyledik, yine söylüyoruz: Devletin ve toplumun çağdaşlaşmasında Diyanet Kurumu’nun asla yeri olamaz. Bir tek yolu vardır çağdaşlaşmanın: Diyanet İşleri Başkanlığını ve ona bağlı yan kuruluşların tümünü devletin resmi yapısı içinden ve eğitim sisteminden çıkartıp, her türlü finans desteğini keserek inananlarının maddi ve manevi yönetimine vermek. Öbür yandan, çağdaş devletin üç temel taşı olan “laiklik, çoğulculuk ve demokrasi”yi yıkmaya yönelik dinsel ve inançsal kışkırtıcı siyaset söylemleri ve eylemlerini, ağır yasal yaptırımlarla denetim altında tutarak; her türlü inançlara eşit uzaklıkta durup, inananların inançlarını, bu bağlamda her türlü düşünce açıklamalarını ve tapınmalarını özgürce yapmalarını sağlayıcı önlemler almak...
Daha önceki birkaç yazımızda bu bağlamda sunduğumuz bir öneriyi ve gerekçelerini burada yinelemekte yarar görüyoruz:
Çağdaş devletin gerçek görevi, en başta dinin ve dinsel tapınmalarını düzenlenmesini, kısacası din işlerinin yürütülmesini devlet hizmeti olmaktan çıkartarak, bireyin din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına almaktır…Devletin din işlerine müdahalesi yalnızca, dinsel düşünceler ve uygulamaların, devlet ve toplumun yaşamını yoketmeye/yıkmaya yönelik eyleme dönüşmesi sırasında olmalıdır. Ancak, din ve inançsal sorunların bu aşamaya gelmeden çözümü için, Türkiye’de yaşayan tüm din ve inanç topluluklarının, çoğunluğa göre değil eşit bir biçimde, temsil edildiği ve bu temsilcilerin dönüşlü olarak toplantılara başkanlık yaptığı “Din ve İnançlar Yüksek Kurulu” gibi bir hakemlik kurumu oluşturulabilir. Yılda en fazla iki kere ya da gerekli olduğunda toplantılar yaparak sorunların çözümüne katkıda bulunur. Bu çeşit bir kurumun oluşturularak Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak çalışması sağlanabilir…
Bir kere daha söylüyoruz: Diyanet’in kaldırılması yerine, yeniden yapılandırılması adına atılan ve atılacak her adımda, Türkiye tipi laikliğin sınırları daha da daralacaktır. Diyanet kurumuna, hangi anlamda ya da hangi bağlamda olursa olsun konulan her taş, laik-demokratik-çağdaş devlet yapısından sökülüp alınmış demektir, böyle biline! Diyanet İşleri Başkanlığını, yarı özerklik vererek yeniden düzenleme dahil, çağdaşlık yorumuyla yeniden yapılandırma girişimi, devlet içindeki bu teokratik yapının kat be kat güçlendirilmesi demektir. Biz bu “yeniden yapılandırma”yla çağdaşlaştıma düşüncesinin ardındaki anlayışları, Alevi toplumuna olduğu kadar, laikliğe, demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine inanan tüm yoplum kesimleri için hazırlanan yeni tuzaklar olarak görüyoruz.
Diyanet kurumu, kuruluş yılından itibaren devrimci niteliğini sürdürüp, 1940’ların ortalarına kadar resmi bir kurum olarak, karşıdevrimci yobazların ellerinden dinsel silahlarını almış; genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önemli bir gereksinimini karşılayarak büyük hizmette bulunmuştur. Bu tarihten sonra halkın ve devletin değil, devlet adına sınıfsal büyük çıkar grupları ve onların temsilcisi siyasi partilerin hizmetine sokularak gericileştirilip bu günlere taşınmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı devletin içinde resmi bir kurum olarak kaldığı sürece, İslamcı siyasetler hep sürecek ve uzun yıllar da alsa, din devlet yaşamının her zerresine girmeyi deneyecektir. Milliyet yazarı Taha Akyol’un alıntıladığı, Ehl-i ve’l mümin M. Şevket Eygi’nin, mümince itirafı olan ‘Diyanet’in kaldırılmasıyla İslamcı siyasetlerin zaafa uğrayacağı’gerçeğini; şu liberaller, Atatürkçü demokratlar, ulusalcılar ve bir kısım solcular da bir anlayabilse!
[1] İmam Muhammed Bakır (ö.734-5) ve İmam Cafer’in(765-6) ortaya atıp zorunlu kıldıkları takiye öğretisiyle bugün Türkiye’deki İslami parti ve grupların takiyesi birbirinin tersidir, ayırmak gerekir. Her ikisi de İktidardaki yönetimin düşünce ve inançlarını paylaşıyormuş görüntüsü altında, kendi görüşlerini gizlice uygulama ve yaygınlaştırmayı hedef almaktadır. Ancak bugünün İslami grupları takiye öğretisini geriye doğru ve eski, çağdışı inanç, anlayış ve uygulamalarını geri getirmek amacıyla kullanırken; İmam Cafer ve daha sonraları tüm Batıni inançlılar takıye öğretisini uygularken, İslamı yeni ve çağa uygun yorumlarla geliştirip ileriye götürmek amaçlanmıştır.
[2] 5-7 Mart 2004 tarihli Milliyet Gazetesi
[3] Bkz. İsmail Kaygusuz, Alevilik, Diyanet, Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul, 2004, s.87-93.
[4] Fikret Bila, Milliyet, 11.05.2006
[5] Bkz. İştar B. Tarhanlı, Müslüman Toplum, “Laik” Devlet, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, İst.1993, s.17-21; dipnt.36-41.
[6] İsmail Kaygusuz, Alevilik, Diyanet, Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul, 2004, s.40-43